22 Aralık 2011 Perşembe


"Wall Street'i İşgal Et Hareketi" ile başlayıp diğer ülkelere yayılan protestolarla ilgili düşüncelerimi paylaştığım "Postmodern Toplumsal Bir Başkaldırı" başlıklı yazım, The Brand Age dergisinin Aralık 2011 sayısında yayımlandı. Aşağıda sizlerle paylaştığım yazımı keyifle okumanızı dilerim.

POSTMODERN TOPLUMSAL BİR BAŞKALDIRI

Eylül ayında NewYork’ta başlayan “Wall Street’i İşgal Et” hareketi, diğer ülkelere de hızla yayılıyor. 15 Ekim’de beş kıtadan yüzlerce kentte benzer nedenlerle meydanlara inilerek eşzamanlı dayanışma eylemleri gerçekleştirildi. Dünyayı etkisi altına alan protesto hareketi bütün dikkatleri topluyor. “Londra’yı İşgal Et”, “Frankfurt’u İşgal Et”, ve “İspanya’daki Öfkeliler” (Los İndignados) parolalarıyla eylemler birbirini izliyor ve dünyaya yayılıyor.

EYLEMİN ÇOKLU NEDENLERİ

Amerikan tüketim kapitalizmi Fordizm çerçevesinde oluşmuş ve neo-liberalizm ile gelişmiştir. Borçla finanse edilen ve genellikle Uzakdoğu ülkelerinde üretilen ucuz ve kitle tüketimine dayalı bir ekonomiden söz ediliyor uzun zamandır. Başta BM Kalkınma Programı Raporu, OECD raporları ve diğer çalışmalar, dünyadaki eşitsizliği ve bozulan gelir dağılımını inceliyor, hatta gözler önüne seriyor. ABD orta-alt sınıf ailesinin 1970’lerden beri geliri ve servet içindeki payı azalıyor. Bugün 25 milyon işsiz var ve 100 milyon kişi yoksulluk sınırında, 47 milyon yoksulluk sınırının altında yaşıyor. OECD’ye göre ABD, OECD üyesi 34 ülke arasında, Meksika ve Şili’den sonra gelir ve servet dağılımı en kötü olan ülke. En zengin 500 Amerikalı 155 milyon Amerikalının servetine eşit servet sahibi. Bu tür eşitsizliklerin nedeni olarak gösterilen küresel kriz, insanları sınıf atlama odaklı Amerikan tarzı yaşam rüyasından uyandırıyor.

Finans-kapitalin kalbi; paranın mabedi durumunda olan Wall Street’i hedefleyen, gittikçe genişleyen ve çeşitlenen protestocu grubun dile getirdiği konular, muhafazakar- liberteryan Çay Partisi hareketi ile benzerlik taşıyor ve onun popülist sol versionu olarak adlandırılıyor. Kullanılan sloganlar ve Adbusters adlı sol eğilimli derginin önderliği, böyle biry kanıyı yaratıyor. Özellikle, küresel finans sistemindeki zenginlerden yüzde bir Robin-Hood vergisi alınıp sosyal amaçlarda kullanılmasını istemesi bu kanıyı güçlendiriyor. Bu hareketlerin aslında, 1968 gençlik eylemlerine dayandığını, Seattle kentinde Dünya Ticaret Örgütü’nün toplantısını protesto ile başlayan ve süreklilik kazanan Küresel Adalet Hareketi’nin uzantısı olduğunu ileri sürenler var. Renkli Devrimler ve Tahrir Meydanı’nda başlayan eylemlerle ortak noktalara sahip olduğuna dikkat çekenler var. Eylemler, farklı olmasına karşın önemli birkaç ortak noktaları var. Öncelikle, eylemlerin hepsinde zamanın ruhu içinde hareket ederek biten bir çağın anlayışlarına, uygulamalarına dönük bir değişiklik ve dönüşüm arzusu var. Eşitsizlik özüne odaklanan belli başlı talepler; refahtan pay alamamak, hayat pahalılığı, sisteme dahil olamamak kaynaklı bir umutsuzluk ve gelecek endişesini dile getirmesi ile dikkat çekiyor. İnsanlar; toplumla, çevreyle olan ilişkilerini değiştirecek ve yeni ilişkiler oluşturacak iyi bir düzen yaratarak, kendilerine daha gerçek ve daha katılımcı işleyiş biçimleri istiyor.

Fırsatların büyümediği, umutların yeşermediği, değişim ve dönüşümün yapılamadığı bir dünyaya başkaldırıdır aslında bu hareket. S. Zizek, asıl sorumlu olanın sorunların ve aktörlerinin değil, sorunun yaratıcısı olan sistemin olduğunu ileri sürmektedir. Ekonomik krizlerin ve bunları doğuran geleneksel kapitalist sistem uygulamalarının sonucu hissedilen gelecek endişeleri, protestolarla yansıtılıyor. Sosyal adaletin işlerliğine karışmamış, krize neden olmamış olanlar, yaşanılanların bedelini alışageldikleri tüketimlerini kısarak ödemekten bıkkın, krize neden olmuş gerçek sorumluların ise bedel ödememesinden öfkeliler. Sloganlar, daha fazla ve rahat tüketebilmeyi sağlayacak ekonomik ve siyasal çözümler üzerinde yoğunlaşıyor.

POSTMODERN BİR ANLAYIŞ

Postmodern siyasetin belirtilerinden olan birbirini izleyen değil, iç içe meydana gelen süreçlerin varlığı, aynı anda birden fazla yerde bu hareketlerin varlığını olanaklı kılıyor İletişim teknolojileri ile ülkeler arasındaki sınırların, sınırlamaların kalktığı, duvarların ve engellerin yıkıldığı bir dünyada, kaleydeskopta olduğu gibi bir düzen, mantık aranmayan bu yapılanmalarda, her ülkeye ve eyleme “kaleydeskopik bakış” ile farklı bir gözle bakmak ve yaklaşmak gerekiyor. Çizgisel zaman ve gelişme anlayışı yerini döngüsel bir zaman anlayışına bırakıyor.

Protestolara, yaşadığımız postmodern dönemin yurttaşlarının talepleri olarak bakıldığında, birçok özellik göze çarpıyor. Amerika’da 1960’lardan bu yana görülmeyen bir coşku, tutku ve kitlesel katılımla büyüyen bu hareketin ana amacı; insan hakları, özgürlük ve ekonomik haklardan oluşan insani değerleri, ideolojilerin ve geleneksel yapıların ötesine taşımasıdır. Öncelikle, hareket kapitalizme karşı bir devrim hareketi değil ve sadece sistemdeki aksaklıkların düzeltilmesi, eşitsizlik yaratan ekonomik ve siyasal sistemin iyileştirilmesi, yenileştirilmesi ve dönüştürülmesi için eleştiride bulunuyor. Bunun için, modernitenin sembolü ve neo liberal politikaların merkezi durumunda olan Wall Street gibi borsa ve finans kapital merkezlerini ve geleneksel medyayı hedef alıyor. Sıradan, isimsiz ve farklı kesimlerden, kimliklerden ve insanlardan oluşan bu hareket, farklı talepleri nedeniyle sınıfsal bir kavga ve siyasi bir hareket olarak düşünülmemeli. Küresel kriz oluşuncaya kadar bozuk düzenden çok rahatsız olmayan, kötü gidişata ses çıkartmayan, uygulamalara tüketebildiği sürece aldırış etmeyenlerin gecikmiş protestoları olarak da görünen bir hareket. Ekonomi, dış siyaset ve savaş gibi konular gündemde değil. Günümüzün büyük kazançlarını elde eden yıldızlar, postmodern tapınak AVM’ ler, profesyonel sporcular hedefte değil, itiraz yok bunlara. Halböyleyken; neye, niçin karşı oldukları çelişkili olarak görülüyor, ne istendiği tam olarak açık değil gibi.

Düzenli ve disiplinli olma, katı kuralları, ideolojisi, örgütlenmesi ve yöneticileri, liderlerin olması gibi özellikleri taşımayan bu hareketlerin bir tür “postmodern” ayaklanma, başkaldırı, isyan olduklarını gösteriyor. Bu özelliğin yanında, hareketin önemli bir nedeni olan gerçekçi bir demokrasi eksikliğinin varlığından söz edilebilir. Oy sandığı ile var olan temsili demokratik sistem, sade, sıradan vatandaşın şikâyetlerini dile getirmekten ve bunları düzeltmekten uzak olarak algılanıyor. Siyasal olarak özgürlük ve demokrasi taleplerini, daha iyi ve insanca bir hayat, hakkaniyet, haysiyet, toplumsal aşağılanma yerine özsaygı ve insan yerine konma gibi değişim odaklı kültürel, sosyal talepler izliyor. Oysa, küreselleşme sonucu uygulanan bazı yanlış politikalar Batı’daki küçük bir zengin azınlığı daha çok zenginleştiriyor. Ortadoğu ülkeleri dâhil birçok gelişmekte olan ülkelerdeki yeni yoksulluk ve yoksunluğun yarattığı çaresizlik ve öfke, yükselen orta sınıfın verdiği rahatsızlık bu durumdan sorumlu tutulan yönetime karşı sokak eylemlerini ateşliyor.

Postmodern içerikli, iç içe geçmiş dalgalarla gelen halk eylemlerine, ideolojik sloganlardan/marşlardan kaçınan; dans, müzik, mizah, ironi, resim, kitap okuma ile dolu barışçıl hava hâkim. Kararlar, merkezi bir örgütlenme aracılığı ile değil, kolektif kimlik odaklı, yatay bir araya gelme ve ağ biçiminde gevşek bir örgütlenmeyle şekilleniyor, “tartışan-konuşan” halk meclislerinde ortak olarak alınıyor. Dijital aktivistlerin güçlü olduğu, radikalizmi reddeden ve bayrama gelir gibi arzu eden herkesin katılabildiği karnaval havasındaki e-mitingleri düzenleyen sosyal medyanın, kısa sürede, hızla, kolay gerçekleşen sonuçlara ulaşmadaki rolü, bu hareketlerin domino ve kelebek etkisi yaratabilen “virütik” bir nitelik kazandırıyor. Günümüzün her türlü dijital kültür unsurlarını kullanan ve sınıf dışı olan bu hareketin, büyük bir hızla eşzamanlı internet ortamında örgütlenmesine; aile, hükümet ya da başka bir otoritenin kontrol etme, yönlendirme amaçlı süzgeç, eşik olma durumu yok ve bu durum Dünya’da nelerin olduğunun ve ülkelerin birbirlerine ne kadar benzediğinin geniş bir kesim tarafından bilinmesine olanak sağlıyor. Bu teknolojik değişimin hızla yayılmasının yanında arzulanan şeyler, büyük sosyal dönüşümler yerine, ideolojik bir yaklaşımla açıklanamayan otoriter yapıların ret edildiği bir demokrasi ve yaşamda göreceli iyileşmeler. Sanal dünyanın sanal ilişkileri yanında yüz yüze iletişimin birleştirici, dayanışmacı ve izleyici olmak yerine katılımcı olma özelliği kendini açıkça gösteriyor. Sanal toplulukların sunamadığı, konuşarak yalnızlığı gidermek ve gerçek topluluklara ait olmak, birlikte olmak duygularının gelişmesi yaşanıyor. Hareket, hem sanal dünyada hem de meydanlarda, sokaklarda oluşan işgallerden oluşuyor ve kıtalar, şehirler, meydanlar, insanlar birbirleriyle bağlanıyorlar.

TÜKETİCİNİN GÜÇLENMESİ

Günümüz postmodern tüketicilerinin tipik özellikleri arasında olan adil davranılmak, her şeyi anında ve hızlı istemek, tüketimle kendini oluşturmak ve benliğini ifade etmek, sembollere kafa tutarak markalara karşı sadakat beslememek, hem tüketmek hem de insanlara ve çevreye duyarlılığı arzulamak gibi bazıları çelişkili olan özellikler, kendini bu hareketlerde açık biçimde gösteriyor. Dayanışma ve işbirliğinin gelişmesine olanak sağlayan yeni dönemde bu eğilim neo–pragmatizm sözcüğü ve kavramı ile yer alıyor. Yurttaşların türlü iletişim araçları aracılığıyla bağlandıkları, birbirlerini anlamaya çalıştıkları bir yaklaşım bu. Değişim için birleşmenin mümkün olduğuna dair bir uyanış yaşatan Wall Street protestosu; dönüşümü, değişimi barışçı bir dilde isteyen ancak, realist ve limitleri de bilenlerin eylemi. Küreselleşmenin ve yeni paradigmaların oluşumuna karşı konamayacağının bilinci ile bu oluşumda daha eşitlikçi, daha paylaşımcı, daha insancıl ve daha vicdanlı bir yeniden ekonomik ve siyasal yapılanmanın oluşmasında küresel boyuttaki muhalefet ediliyor. Bu açıdan bakıldığında, orta-alt sınıfların, zümrelerin, nesillerin arasında oluşan eşitsizliği ortadan kaldırarak bu sınıfların zenginlikten daha çok pay dağıtılan tüketici olarak talep artışını ve sürdürülebilir tüketimi sağlayabilecek daha iyi bir gelir ve servet dağılımı çözüm olabilecektir.

Postmodern dünyada sınıflar ve ülkeler arasındaki sınırların, duvarların kalkmaya başlaması tüketicilerin de kapitalizmi daha iyi algılamalarına ve öğrenmelerine olanak sağlamaktadır. İşleyen ancak aksayan sistemin nasıl çalıştığı gittikçe genişleyen bir kesim tarafından anlaşılır hale geliyor. Tüketiciyi Koruma Hareketinin 1960’lardaki aktivist liderlerinden R.Nadir’in başını çektiği bilinçli ve güçlü tüketici olma anlayışı bugün çok ileri noktalara gelmiştir. Küresel sermayeye karşı küresel demokrasiyi savunan ve tüketicinin edilgenlikten aktifliğe geçişini simgeleyen oluşumlar, tüketim dünyasında yaşanmaktadır. Düşmanlık ve yok etme yerine müdahil olarak süreçte yer almak ve böylece bolluk ekonomilerinde tüketici olarak güçlenme gerçekleşiyor. Sürdürülebilir tüketim anlayışı ve kaynakların paylaşılmasındaki dengenin sağlanması odaklı olarak tüketimle olan ilişki yeniden ve yeni biçimlerde oluşacak. Böyle bir değerlendirme, Tahrir Meydanı ile Wall Street eylemleri arasındaki benzerlikleri görmeye olanak sağladığı gibi farklılıkları da görmeye yardımcı olabilir. Birincisi; gerçekleşmemiş tüketim, kazanılmamış tüketim olanakları ve tüketim dünyasında umutları, beklentileri azalan ve tüketmeye iştahlı despot rejimlerde ezilmiş kitleleri yansıtıyor. Diğeri ise; kazanılmış, alıştırılmış tüketim alışkanlıklarını sürdürememe, kaybetme endişesi taşıyor. Bu nedenle, tüketim dünyasındaki değerlerin, tutumların ve tercihlerin oluşumda önemli rol alarak ekonomik kutuplaşmaya katkıda bulunan, dayatmacı finans ve göz boyayıcı medya kuruluşlarına yönelik protestoları var. Daha önceleri bu düzeni bildikleri, gördükleri halde ses çıkartmamalarının nedeni tüketimi bir şekilde sürdürüyor olmalarındandı. İki hareketin belki de en önemli benzerliği, her iki hareketin de imtiyazlı egemenlerin baskı, yönlendirme ve otoriterliğine karşı çıkmasıdır. Birinde despot bir lider ve çevresi varken diğerinde paranın egemenliği söz konusu. Her ikisinin de kapitalist sistemin kendini değiştirmesine, dönüştürmesine zorlayacak bir yapıda olabilmesi, daha geniş kesimlerin bilinçlenmesine ve sınıfsal desteklere bağlı. Katılımcıların çeşitlilik göstermesi ve aynı olmasa bile benzer kaygılar taşımaları, gerçek, yeni ve katılımcı bir demokrasi isteği yanında baskıcı hiyerarşik yapıyı ret eden bir yapının oluşturulması, ana hedef olacak gibi görünüyor. Bu konuya dikkat çeken Immanuel Wallerstein, popüler ve başarılı hale gelen hareketi bekleyen en büyük tehlikenin daha fazla destek aldıkça, fikri çeşitliğin yaratacağı çıkar çatışmaların olabileceğini söylemektedir.

Ülkemiz açısından çıkartılacak sonuç, harekete katılmak için yapılan birkaç çağrıya zayıf katılımın olmasının da gösterdiği gibi, sınıf atlama ve bunun sembolü olan tüketime ulaşabilen, tüketim iştahı yüksek olan ve umutları diri tutulan yurttaşların varlığıdır. Bu yurttaşların, dinamizmden ve değişimden pek de rahatsız olmamalarıdır. Özellikle, sınıf atlamanın önemli bir yolu olarak eğitim alanında fırsat eşitsizliğinin kaldırılmasıyla birlikte sağlıkta da eşitlikçi bir hizmet erişimin sağlanmasını arzulayarak sessiz kalması, dünyadaki tepkilerin hangi noktalara yükseldiğini dikkatlice izlemesi ve anlamaya çalışması, ülkemiz insanın önemli bir özelliğini oluşturmaktadır.

SONUÇ

Yaşananlar; sol bir devrim beklentisinin ya da bu da zaman içerisinde etkisizleşir düşüncesinin ötesinde yepyeni bir Dünya’da daha özgürlükçü ve çoğulcu, küresel bir demokratik bir ekonomik yapıyı işaret ederken ülkemizi de etkileyecek ve özellikle benzer kesimlerin talepleri, endişeleri daha özenle ele alınmayı zorunlu kılacaktır. Başarı, büyük bir olasılıkla alınacak destekler yanında çoklu amaçların, çıkarların çatışmadan birlikte olabilmesine bağlı. Aslında, nasıl bir düzenin çıkacağını kimse henüz bilmiyor. Ancak, demokrasinin küresel norm haline geldiği günümüzde, küresel demokratikleşme, değişim dalgası ve ekonomik yapılanmada imtiyazlı yönetimlere karşı yükselen demokrasi ve eşitlik talebi kadın, Y kuşağı ağırlıklı gençlik, laik ve kentli bir “halk gücü” tarafından “özgürleşme” eylemlerine dönüştürülüyor.

Yazının yayımlandığı yer: The Brand Age dergisi, Aralık 2011, s.58-61.

Hiç yorum yok: