12 Eylül 2011 Pazartesi



The Brand Age dergisinin Ağustos sayısında yer alan "Seçimlerde kazanan kim? Tüketici-seçmen mi?" isimli yazımı buradan da sizlerle paylaşıyorum. Keyifle okumanız dileğiyle...


Yılın ilk çeyreğindeki yüksek büyüme oranı, Haziran ayında gerçekleşen genel seçimin kazananlarının ve kaybedenlerinin analizlerine yeni boyutlar kattı. Seçim sonuçları yapısal ve yapısal olmayan değişkenler açısından irdelendi. Ancak, zaman zaman değinilen ve fazlaca açıklama getirilmeyen yaklaşımlardan biri de, seçmenlerin aynı zamanda tüketici rolünü de üstlenmesi ve bu iki rolün bileşiminde bir oy kullanma davranışı gösterdiğidir. Yeni dünyanın üretim ve tüketim ilişkileri hızla değişiyor ve demokratikleşiyor. Ülkeler, bölgeler arasındaki sınırlar gibi sosyal sınıflar ve kavramlar arasındaki sınırlar da inceliyor ve bazen belirsizleşiyor, eriyor. Bolluk ve bilgi ekonomisinin yarattığı yeni durum, siyasetin yapısını da radikal biçimde değiştiriyor ve tüketiciler, elde ettikleri tüketim gücünü, ekonomi ve siyaset alanlarında daha etkin kullanıyor. Vatandaşlık ile tüketicilik rollerinin ve sorumluluklarının birlikte yürütüldüğü bir tüketici-vatandaş, tüketici-seçmen anlayışı, değişim ve dönüşüme güç katıyor.

DEĞİŞİMİN NERESİNDEYİZ?

Türkiye, düşük gelirlinin orta sınıfa kolaylıkla geçebileceği, sosyal hareketliliği ve tüketim iştahı yüksek bir ülke. Hevesli ve dinamik bir nüfus, bir üst sınıfa atlama çabası içinde ve elde ettiklerinden daha fazlasını, daha iyisini istiyor. “Daha iyi yaşama”, “Daha iyi tüketebilme” özlemi ve umudu, tüketim talebinin artışı ile büyüyor ve bu bir hak olarak görülüyor. Özellikle orta ve üst sınıflar farklı düzeylerde olsa bile ‘Batı tarzı tüketimin’ etkisinde, özleminde ve bu yönüyle Dünya ile buluşmada tüketimin biçimi kilit bir rol oynamaktadır. Yaşam kalitesinin göstergesi olarak yaşam biçimi ve bunun dışavurumu olan tüketim yapısı üzerindeki ekonomik ve kültürel etkiler, toplumsal dokuları, beklentileri ve talepleri değiştiriyor.

Tıpkı atletlerin koşu sırasında hem önündekileri hem de arkasında kalanları gözetlemesi gibi, geri kalmamak için, başkalarının hızına yetişmeye ve başkalarının da kendi hızına yetişmemesine çabalamak doğal görünüyor. “Bizim gibi ve bizim düzeyimizde yaşayamazsınız.”, “Bu sofrada size bizimki gibi yer yok.” anlayışı hem dünyada hem de ülkemizde kayboluyor. “Ben de varım.” biçiminde ortaya çıkan ve artarak sürecek olan tüketim arzusu, biçimi ve düzeyi, siyaseti de etkisi altına alıyor. Günümüz tüketicisi ve seçmeni, “Ertelenebilir bir mutlu hayatı” artık arzulamıyor ve “Tüketici kimliği”nin öne çıkması sonucunda “Tüketimden gelen gücü”nü kullanıyor. Etkin yurttaşlık bilincinin gelişmesi, tüketicinin bir seçmen olarak beklenti düzeyini arttırmasının yanında, “Hesap soran talepkâr tüketici” dönemini de ortaya çıkarmaktadır.

Tüketicinin maddi “Ekonomik dünyası ile hem daha pasif konumda olduğu seçmen rolü, hem de etkin siyasetçi rolü ile yer aldığı soyut “siyasal dünyası” arasındaki sınırlar da erimekte ve bunlar birbirlerinin içine girmektedir. Bu rollerinin yanında, siyaset dünyasında sadece oy verme görevini yerine getiren ve bu nedenle de pasif bir konumda bulunan tüketici, artık kendisine etkin ve katılımcı bir rol biçmekte, dar kapsamlı taleplerin ötesinde sınıf atlama, yaşamı kolaylaştırma, güzel bir gelecek edinme gibi daha geniş siyasal amaçları gündeminde ve tercih sepetinde tutmayı tercih etmektedir.Yeni kimliğin adının “Tüketici-Seçmen”, tüm sürecin adının da “Tüketimcilik” olduğu bir oluşumun içinde tüketiciler ellerindeki demokratik gücü kullanarak sorunları çözecekleri inancını, aynen raflardaki davranışlarında olduğu gibi sandığa da yansıtmaktadırlar. Kültürel olarak tüketmeye dayanan ve bu nedenle tüketimin lokomotifi olan geleneksel ve yeni orta sınıflar, aynı zamanda siyasetin de gözbebeği durumunda. Günümüz tüketicileri, hem kendilerini yeniden üreterek üretici duruma geliyor, hem de yeni siyasetin paradigmasını belirliyorlar. Ülkemizde, orta sınıf genişledikçe, yaşam standartları yükseldikçe daha fazla siyasi hak, güç paylaşımı, şeffaflık, hesap verilebilirlik isteyecek ve bunu da yeni “Tüketici-Seçmen” rolü ile gerçekleştirmeye çalışacaktır.

“TÜKETİCİ- SEÇMEN” ANALOJİSİ

Tam anlamıyla bireyci ve egoist ekonomik insan, tercihlerini ve refahını maksimize etme arzusundadır. İnsanların “altın kafes”e konmayı tercih edilmeleri metaforu ile açıklanmaya çalışılan bireyci çıkarların önceliği çok da kabul edilebilir bir durum değil. Ne siyaset pasif ve önemi azalmış, ne de tüketim eylemleri potansiyel olarak yıkıcı görülmelidir. Siyasal tercihler, tüketicilerin tercih süreçlerine benzer olabilir. Seçmenler; adayları, sosyal programları ya da vergileri, kendisine ve ailesine getireceğini düşündüğü etkiler açısından değerlendirir. Bu durum, alışverişteki karşılaştırmalar gibi bir davranıştır. Aynı zamanda, tıpkı ürün seçiminde olduğu gibi, aday ve parti (marka) ile bağlantılı geçmiş deneyim de önemlidir.

Tüketimin siyaset ile bağı AVM’ler, inşaatlar, apartmanlar, arabalar ile simgeleşiyor. Geleneksel siyaset yapma biçimleri okullardaki, ibadet yerlerindeki söylemlere; kampanyalar ise askeri stratejik uygulamalara benziyordu. Günümüzde ise, siyasal partilerin konumlandırmaları, pazar bölümleri, reklamları, marka haline gelmeleri gibi serbest piyasa jargonları kullanılmaktadır. Ülkemizde düşük maliyetli yeni yapıların üst katlarında bırakılan demir filizleri, binayı yapanların gelecek hakkındaki umutlarının ve beklentilerinin simgeleridir. İnsanlarımız, aynı şekilde, seçimlerde de benzer beklentileri ve umutları çerçevesinde geleceklerini oylamaktadır. Küreselleşme, yaşanan ekonomik ve siyasal krizler, ülkemizdeki tüketicilerin fark edilmelerini ve öne çıkmalarını hızlandırıyor. Bir tercih yapmaları gerektiğinde seçmenler, tüketici olarak üstlendikleri rollerini ve davranışlarını siyasal rollerinden ve davranışlarından farklı biçimde gösterebiliyor.

Son seçimde de, kriz bombardımanlarından yıpranan,belirsizlik ve gerginlikten rahatsız olan, süreklilik ve istikrara inanan Tüketici-Seçmen tercihini ekonomik geleceğe güvenle bakmaktan ve büyümeden gelen kalıcı ve sürdürülebilir, istikrarlı bir zenginleşmenin artışını korumaktan yana kullanmıştır. AKP’nin son seçimlerde elde ettiği başarılar ile ekonomik büyüme ve buna bağlı olarak büyüyen orta sınıf ve tüketimleri arasında sıkı ve güçlü bir bağlantı olduğu analizlerle ortaya çıkmaktadır. Sayısal analizler bunu ispatlarken, kavramsal ve sosyal açıklamalar oldukça kısır döngü içinde kalabilmektedir. Mevcudu koruma isteği, kendini var olan ekonomik büyüme gidişatının sürmesi ve ekonomik geleceğe güvenle bakma talebini yaratmada göstermiştir. Bu durum, açıkça insanların içinde bulundukları ekonomik ve sosyal durumun süreklilik kazandığını gördüklerinde, bu durumu daha ileriye taşıyacak olanları fark ettiklerinde ve ekonomiye güvenleri arttığında, tüketimlerini çok daha güven içinde yaparak çoğaltma eğilimi göstermelerini ve süreklilik göstermeye başlayan gelirlerini harcama rahatlığına kavuşmalarını açıklamaktadır. Son küresel ekonomik kriz süresince ve sonrasında Avrupa tüketicilerinin içinde bulunduğu ruh yapısı ve gösterdiği tüketimden kaçınma davranışı tam da bu varsayımı ispatlıyor gibi.

ELEŞTİRİLER NELER?

Bu oluşuma karşı olan eleştiriler; toplumdaki bireyselleşme ve bunun sonucunda siyasetin var olan kurumlardan bireysel tercihlere kaydırılması, vatandaşların seçmenlik görevlerini yerine getirirken piyasa aracılığıyla yönlendirilmesi ve denetim altında tutulması konularına odaklanmaktadır.Ticarileşmenin arttığı, insanların tüketimin esiri haline geldiği ve her şeyin metalaştığı yönündeki eleştiriler sürmektedir.

Sadece işlemsel boyuta indirgenen bu yaklaşımda “al-ver” in ötesindeki hiçbir unsur dikkate alınmamaktadır. Günümüzde, tüketicilerin çok pasif ve basit güdülere sahip olduğu, bireysel, kısa vadeli çıkarlara odaklandığı anlayışı çok da doğru görünmemektedir.Siyasetçilerin tüketicileri ve seçmenleri karnı ve gözü aç yığınlar olarak, şirketlerin ise ceplerinde paraları olan varlıklar olarak gördükleri dönem bitiyor

Öte yandan, bunları birer neo-liberal uygulama olarak görüp, toplumsal faaliyetlerin değerini tüketimin ahlaki zayıflığına karşı kıyaslayarak yükseltemeyiz. Tüketici-Seçmen” kavramını bir olgu olarak görebilen ve bu yumuşak güce ağırlık veren neo-liberallerin kavrama daha yakın olmaları ve onu kabullenmeleri durumu, bu kavramın varoluşuna ve herkes tarafından anlaşılma zorunluluğuna olumsuz etkide bulunmaz. Günümüzde, tüketiciyi ve tüketimi reddederek ya da hiçe sayarak bir yere varmak olanaksızdır. Bunun yerine, tüketimin toplumsal ve kamusal yaşamdaki yerine bakmak ve bunun verimli biçimde yönetimini sağlamak günümüzde çok daha önemli ve anlamlı hale gelmektedir. Böylece tüketiciler, sınırsız ve denetimsiz gücü sembolize eden siyasal ve ekonomik kararları etkilemeye, denetlemeye ve değiştirmeye yönelik siyasal kimlikler oluşturabilmektedir.

Günümüz tüketicilerinin daha etkin, yaratıcı ve verimli davranışlara sahip olması, tüketicilerin toplumsal değişim için demokratik ve ekonomik bir oylamayı gerçekleştirmede piyasa aktörü olarak potansiyel taşıdıklarını göstermektedir.

SONUÇ

Her ne kadar gücün tüketiciye, seçmene doğru kayması ve tüketici rolünün somutlaştığı bir yer olarak siyasetin gelişmesi genelde kabul görüyor olsa da, piyasanın siyasal içerikle kontrol altına alınacağı endişesi geleneksel piyasa aktörlerini ve paydaşlarını korkutmaktadır. Bunu gerçekleştiren dönüşümcüler olarak, dünün sessiz, edilgin ve iradelerine ipotek konulan yığınları etkinleşmekte ve katılımcı demokrasi anlayışına doğru bir yönelim gerçekleşmektedir. Bu kavramın siyasi dönüşümlerdeki rolü sadece neo-liberal politikalar uygulayan AKP’yi değil, devletçi olan CHP’yi de etkiliyor ve daha yapıcı bir siyaset üretmeye doğru dönüştürüyor. Tüketiciler hem kendileri değişip dönüşüyor hem de siyaseti ve siyasal partileri değiştirip dönüştürüyor. Seçmen eski seçmen olmaktan çoktan çıktı ve “Tüketici-Seçmen kavramı anlaşılmadan son seçimde “Kim kazandı, kim kaybetti?” sorusunun yanıtını bulmak zor gibi.

Yazının yayımlandığı yer: The Brand Age dergisi, Ağustos 2011, Yıl: 3, Sayı: 31, S: 48-50.

Hiç yorum yok: