25 Mayıs 2012 Cuma

I. Uluslararası Eğitim Sosyolojisi Sempozyumu, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi tarafından 10-11 Mayıs 2012 tarihlerinde Ankara'da düzenledi.

"Eğitim Sosyolojisi Bakış Açısıyla Toplum ve Eğitim" konulu sempozyumda sunmuş olduğum bildirimi, gelen yoğun istek üzerine burada sizlerle paylaşıyorum. Keyifle okumanızı dilerim.


TÜRK YÜKSEKÖĞRETİM SİSTEMİNİN DEĞİŞEN ÇEHRESİ:

Fordizmden Post-Fordizme Dönüşüm

ÖZET

21. yüzyılda üniversiteleri etki altına alan bilgi temelli dünya ekonomisinin giderek daha fazla küreselleşmesi ve rekabetçi bir piyasaya dönüşmesinin, yükseköğretimin de hızla küresel boyutta benzer bir değişim ve dönüşüm yaşamasında önemli rolü olduğu söylenebilir. Dünya ve Türkiye, çok önemli bir dönüşümden geçiyor ve bu değişim, sosyal, ekonomik ve siyasal koşullara yanıt verebilecek bir yükseköğretimin özlemini her alanda hissettiriyor.

Yükseköğretimin yeni görevleri arasında, döneme uygun insan gücü yetiştirmek ve bilgi üretimleri ile bunları uygulama alanlarına aktarmada bulunmak geliyor. Bu görevleri yerine getirirken, 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın sonlarına kadar doğru sayılabilecek anlayış ve uygulama olan, tek tip akademik yapı ve insanların benzeşmesine yönelik eğitim ve yönetim biçimi ve değişmek zorunda kalıyor. Günümüzün gerekleri ile uyumlu olabilecek çeşitlilik, rekabet, etkileşim ve işbirliğine dayalı yaratıcı insan yetiştirici ve merkezi bürokrasiden uzaklaşmış daha demokratik yükseköğretim kurumları gerekiyor.

Bu dönüşümü dünyada ve Türkiye’de oluşan koşullar ve yükseköğretimdeki eğitim ve yönetimin geçirdiği evreleri inceleyerek açıklamaya ve öneriler getirmeye çalışan bu çalışma, üç önemli alana odaklanmaktadır. İlk olarak, dünya yükseköğretiminin gelişmesi ve dönüşmesi evreleri ve bunun bir parçası olarak ülkemizdeki yükseköğretim sisteminin gelişme evrelerinin ve dönüşümün yönü hakkında bilgi verilmiştir. Bunu izleyen ikinci kısımda, özellikle üniversite çevresini saran Fordizm, Taylorizm ve Weberizmin birbirlerinin içine girmiş bir durumda üniversiteyi kuşatmış olması ve etkileri tartışılmıştır. Son olarak da, yeni dönüşümün post-Fordist yönü, özellikle yönetim ve eğitim boyutu ile ele alınıp sunulmuştur.

Bu çalışma; alanyazın taraması yöntemi ile konu hakkında düşünceler, yaklaşımlar ve katkı sağlayacağına inanılan öneriler sunarak kavramsal bir çerçeve çizmeye çalışmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Yükseköğretim sisteminde değişim, Türk yükseköğretim sistemi, Yükseköğretimde Fordist Dönem, Yükseköğretimde post-Fordist Dönem

ABSRACT

Increasing globalization of the information-based world economy along with the change towards a highly competitive market influences the 21st century universities. These factors particularly lead to significant changes and transformation patterns in higher education systems all around the world. As a result of this global change, Turkish higher education system is going through a renewal process. This process of new world order gradually requires a socially, economically and politically satisfying higher education system.

One of the new and crucial responsibilities of the higher education system is to improve manpower development and training; and to direct and transfer this manpower into proper fields by knowledge production. The understanding and application of the 19th and 20th century’s uniform education system, which aims at creating similar individuals, has to change, as the modern world requires sophisticated individuals. The new education system, which meets today’s world’s requirements, creates imaginative and creative students who are closely familiar with the concepts of diversity, competition, interaction and cooperation. In this regard, the new higher education system should be freed from the central bureaucracy and should become more democratic.

This study aims at explaining this change, and offers suggestions regarding the education system in addition to analyzing each stage of the transformation in the higher education system along with the administration of the system with regard to changing conditions in Turkey. The study focuses on three main parts while analyzing the changing world order and its reflections on education systems. Firstly, world’s new higher education system’s development and stages are analyzed; information about reflections of these factors in our country’s higher education system and direction of the changes are given. In the second part, mingled concepts of Fordism, Taylorism, Weberism, which are used more and more in, universities, and their effects on the system are discussed. Finally, post-Fordist direction of the changes is presented particularly in terms of educational administration. This study presents thoughts, approaches and suggestions on the subject through a detailed literature review and aims at developing a conceptual framework.

Keywords: Change in the Higher Education System, Turkish Higher Education System, Fordist Period in Higher Education, Post-Fordist Period in Higher Education

GİRİŞ

Dünya üniversitelerinde olduğu gibi ülkemizde de üniversiteler değişim ve dönüşüm yaşıyor ve yeni bir boyuta geçmeye çalışıyor. Böyle bir değişime yönelmenin önemli nedenlerinin başında ‘’küreselleşme’’ etkisi gelmekte ve rekabet, verimlilik, yaratıcılık, yenilikçilik gibi uygulamalara önem veren ‘’bilgi toplumu’’, ‘’bilgi ekonomisi’’ gibi dönüşümler oluşmaktadır. Diğer ülkelerdeki gibi bizim üniversitelerimizde büyük bir değişim ve dönüşümün sancılarını yaşıyor. Endüstri toplumundan endüstri ötesi topluma, küreselleşmeye doğru adım atmak ve dönüşümü sancısız atlatmak olanaksız. Yapılan tüm değişiklikler ve uyum sağlamaya yönelik atılan adımlar, ancak ‘’zamanın ruhu’’ nu iyi anlayarak ve analiz ederek başarılı olabilmektedir.

Günümüzdeki üniversite anlayışı ve uygulamasına yönelik tüm çabalar tek tek ele alındığında görülmektedir ki, bunların hiçbiri bir boşluk içinde oluşmuyor ve içinde yaşadığımız yeni dünyanın yansımaları olarak önümüze çıkıyor. Bilgi toplumu olarak da adlandırılan yeni dünyanın küreselleşme eğilimi, nelerin olabileceğini ve neden olabileceğini gösteriyor. Nüfusun artışı, eğitim ve kültürel düzeyin yükselmesi, gelirlerin artması gibi nedenlerle üniversitelere olan talebin artması ve bu talebe yanıt vermenin bir devlet politikası haline dönüşmesi kaçınılmazdır. Bu durum, üniversitelerin işlevlerini genişleten uygulamalar biçiminde hem eğitim-öğretimin hem de yönetimin yapısal değişiklikler göstermesini ve küresel dünyaya uyum sağlamayı, onun bir parçası olmayı zorunlu kılıyor.

ÜNİVERSİTELERİN TARİHSEL GELİŞİMİNDEKİ DÖNEMLER

Üniversitelerin günümüzdeki ‘’ bilgi topluluğu’’ ndaki yeri konusundaki görüşler ve öneriler birbirini izliyor ve dönüşüm sürecini incelemek bu açıdan vazgeçilmez bir önem kazanıyor. Üniversitelerin dünyada ve ülkemizde geçirdiği evreleri, birbirini izleyen farklı dönemlerde ortaya çıkan üç farklı üniversite yapısı, anlayışı ve uygulamaları ile açıklamak ve analiz etmek olanaklıdır. Bu üç dönem (Scott, 2006; Mora, 2001):

1.Premodern (ulus-devlet öncesi) dönem ve üniversiteler

2.Modern (ulus-devlet) dönem ve Humboldt Üniversitesi

3.Küresel (ulus devletin bir kolu, uzantısı) yeni nesil üniversiteler

Klasik dönem olarak da bilinen Ortaçağın kilise merkezli üniversitesi 12- 15. yüzyıllarda şekillenmeye başlamış, ağırlıklı olarak Aydınlanma Dönemine kadar sürmüş ve ilk örneklerini Bologna, Oxford ve Paris’te (Weik,2011) vermiştir. Oluşum, dini otorite olarak Papalık, sivil otorite olarak da Roma İmparatorluğu gibi iki güç merkezinin etkisi ve denetimi altında gerçekleşmiştir. Sonraki dönemlerde kilise etkisi azalırken, devletin etkisinin arttığı görülmektedir. Bu dönemdeki eğitimin temel amacı; bilgi üretmekten daha çok, var olan bilginin tekrarı biçimde kilise öğretilerine itaati sağlayacak ve okuma ve tartışmaya dayalı, gözlem ve deneye yer verilmeyen skolastik yöntem uygulanarak sözel bir eğitim gerçekleştirmektir. Yönetim biçimine bakıldığında, usta-çırak ilişkisine dayalı, loncavari, otoriter, merkezi ve hiyerarşik dokunulmazlıklar içeren bir yapı görülüyordu.

Batı’da üniversiteler bu özellikleri ile oluşurken, Selçuklulardaki medreseler de benzer amacı gerçekleştirmek için kurulmaya başlanmıştır. Dini ve idari yönetime bağlı insanlar yetiştirmek amacı ve skolastik yöntem uygulamaları benzerlik gösterir. Osmanlı döneminde ise, 1330 yılında İznik’ te kurulan ilk medreseyi diğerleri izlemiştir. Fatih dönemi ile medreseler ve hocaları en üst düzeyde gelişme ve kabul görmeye başlamış, ancak sonraki dönemlerde gittikçe içe kapanılmış ve birçok bilimleri öğretecek derslerden uzaklaşılmıştır.

İkinci dönem, Ortaçağ Avrupası’nda loncalar biçimine örgütlenen ve 1700’lerin ortasına kadar süren ve ilk nüvesi birinci dönemin sonlarında atılan ve günümüze kadar etkisini sürdüren Wilhelm Von Humboldt ‘un adını taşıyan Humboldt Üniversite modeli ile anılır. 17.yüzyıldan 20.yüzyılın sonralarına kadar, üretim koşulları modern devletlerin eğitim süreçleri ile ilişkilerini de şekillendiriyor. Bağımsız ulus devlet oluşumlarında iyi hükümet edebilmeyi sağlamak ve hükümetlere hizmet için üniversitelerin ulusallaştırılması gerçekleştirilmiştir. Ulusallaştırma, devletleştirme ve ulus-devletin ihtiyaçlarına cevap verecek toplumsal hizmetlere odaklanan üniversite yapılaşması adı sonradan Berlin üniversitesi olacak Humboldt üniversitesi ile sembolleşir. Akademik disiplinlerin, entelektüel uzmanlıkların, nesnellik ve kontrol edilebilirlik açısından oluşturulduğu bir dönemdir. Humboldt‘a göre; üniversitenin devlet finansmanı alması gerekirdi ve buna karşın bağımsız kalabilmeliydi. Üniversitenin, ülkenin hizmetinde olması ve bağımsız, özgür, kendini yöneten kurumlar biçiminde örgütlenmesi gibi özellikleri, 18. yüzyılın sonlarına doğru bugünkü üniversite anlayışını gerçekleştirmede rol oynamıştır. Tek yapıda, otoriter bir yönetim biçimi ve eğitim-araştırma birlikteliğini sağlaması açısından en önemli etkileri yarattığına hiç şüphe yok. Merkezileşmiş ve devletçi modelleri içeren Fransız anlayışının yanında, kolej modelini esas alan İngiliz uygulaması da olmasına karşın, bu dönem Klasik Alman modeli diye adlandırılan uygulamanın etkisinde kalmıştır (Charle ve Verges, 2005).

Ülkemizde 31 Mayıs 1932‘ te tarihimize ‘’Üniversite Reformu‘’ olarak geçen İstanbul Darülfunu’ nun kapatılıp yerine Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı İstanbul Üniversitesi’nin resmen kurulması, ilk radikal üniversite değişimidir. Mali ve idari özerkliği olmasa bile bu yapılanmanın getirdiği dinamizmle aynı yıl Ankara’ da Yüksek Ziraat Enstitüsü çok daha ileri düzeyde gerçek ‘’üniversite’’ olacak biçimde kurulmuştur. Modernleşme atılımıyla 20. yüzyıl üniversite anlayışını geç de olsa yakalamak ve bilimsel bir gelenek yaratmak, ana amaçtı (Dölen, 2010a). Bilimsel araştırma yapmak, milli kültür ve bilgiyi genişleterek yaymak ve devlet, memleket izleri için ergin ve olgun insanların yetişmesine yardımcı olmak üniversitelerin temel görevi olarak belirlenmiş idi (Dölen, 2010b). Merkezi-bürokratik yönetim, sınırlı karar alma yetkisi, sıkı devletçi çizgi, eğitimin araştırmanın önünde olması, otoritenin tek parti etkisi, belirlenebilen temel özelliklerdir. Bunun yanında bu yıllar, Alman akademisyenlerin etkisi ile William Von Humboldt’un araştırma ve eğitim odaklı üniversite sisteminin yerleştirilmesinin görüldüğü yıllardır.

1946 yılında yeni bir değişiklik yapılarak, özerklik konusunda bazı gelişmeler gerçekleştirilmiş ve daha önce olmayan üniversite tüzel kişiliğine kavuşmuştur. Ülkemizin üniversitelerinin ‘’modernleşme’’ sürecine girerek çağdaş ülkelerle arasında bulunan açıklığın giderilerek ulusal büyümesine destek sağlama amacı, 1963 yılında yapılan bir reform girişimi ile bir adım daha ileriye götürülmeye çalışılmıştır. Daha demokratik, katılımcı bir yapı yeni anayasa ile geliştirilmiş olmasına karşın, eski alışkanlıklarla bu yeterince kullanılmamıştır. 1981’ de gerçekleştirilen 2547 sayılı YÖK yasası, özerkliği kaldıran ve sıkı bir gözetim, sürekli denetim içeren uygulamaları getirmiştir. Yasa ile çok güçlü ve otoriter bir yapılanmayı yürütme görevi ve yetkisi merkezi kurum olarak YÖK’e verilmiştir ve bu görev çok sayıda yönetsel ve akademik ayrıntıyı, esnekliğe izin vermeyecek şekilde yasal olarak yerine getirilmektedir. Üniversitelerin neredeyse hemen her etkinliği devlet tarafından aşırı şekilde düzenlenmiş ve YÖK’ün anlayışı yönetmek şeklinde olup, yönetişim kavramına uzak durma eğilimindedir (Yamaç, 2009). Bu uygulamaları ‘’Akademik Dünyanın Merkezileşmesi’’ ve ‘’Bürokratikleşme’’ olarak adlandırmak olanaklıdır ve ikinci dönem dünya üniversite anlayışı ve uygulamasına uygunluk taşımaktadır. YÖK, uygulamasını devletçi-bürokratik bir anlayışla gerçekleştirdiği gözetim, denetim işlevlerini sadece bilgi aktarma konusunda değil, akademisyen ve öğrencilere yönelik otoriter bir tavırla da sürdürmektedir. Kalkınma odaklı sistem ülkenin ihtiyaç duyduğu insan gücünü yetiştirmede başarıl oldu, ancak yaratıcılığa yatkın bir gelişme ve bilimsel araştırma arka plana itildi.

Üniversitelerin geçirdiği evrelerin en son olanı içinde yaşadığımız günleri içeriyor ve ikinci devrim niteliği taşıyor. Birinci devrim olarak, Humboldt üniversite anlayışında eğitim-öğretim işlevi yanına araştırmanın da eklenmesidir. İkinci devrim ile uluslararasılaşmayı misyon olarak gören ve küresel rekabet içinde ortam kolaylaştırıcı olma görevi üstlenen üniversitelerin eğitim ve araştırma işlevlerine üçüncü işlev olarak, topluma hizmet işlevi de eklenmektedir. Küreselleşmenin tüm etkilerini yaşayan dünya üniversiteleri; bilginin, öğrencinin, öğretim üyesinin, program içeriklerinin hareketliliği ile eğitim ve araştırma konularında duvarların, engellerin ortadan kaldırıldığı bir dönemin içinde kendilerini buluyorlar. Geleneksel işlevsellik ulusal düzeyden küresel düzeye farklılıklar da içeren biçimde hızlı bir gelişme gösteriyor.

FORDİZM, TAYLORİZM VE WEBERİZM BİRLİKTELİĞİNİN ÜNİVERSİTELERE ETKİSİ

Modern dönem sonlarındaki üniversiteler, 1905-1915 yıllarında oluşan ve 1970’lere kadar süren Fordizmin modern kitle üretiminin mantığı ve süreçlerinin etkisi altına girdi. Fabrikada seri ve montaj üretimi olarak ortaya çıkan yeni anlayış ve uygulama, verim endişesi ile önceleri askeri örgütlerde, sonraları ise diğer kamu ve üniversite yönetimlerinde uygulamalar biçimine dönüştü ve ilk dönüşümler her zamanki gibi endüstrileşmiş ülkelerde görüldü.

Fordizm, kitle üretim ve çalışma yöntemlerinin modern biçimi olarak oluştu. Montaj hattı mantığıyla çalışan üretim uygulamaları, büyük bir verimliliğin elde edilmesine olanak sağladı. 19. ve 20. yüzyılda verimliliğin artırılması, israfın azaltılması ve uygulanılan yöntemlerle neyin en iyi biçimde yapılacağını belirlemede izlenecek yol arayışı, Henry Ford’ un fabrikalarında uygulamaya başladığı yöntemi ortaya çıkardı. II. Dünya savaşı sonrası Fordist üretim anlayışı ve onun oluşturduğu ekonomik yapı, Keynesyen yaklaşımlarla birlikte birçok ülkede uygulandı. Fordizm, 20. yüzyılın büyük bir kısmında emek piyasasını, ekonomiyi ve sosyal hayatı etkileyen, gelişmiş endüstriyel kapitalizmin yapısını açıklar. Fabrikalar, hastaneler ve okullar gibi büyük kuruluşlardaki baskın iş görme biçimlerinin formu olarak, Keynesyen ilkelerle devlet düzenlemeleri gerçekleşmiştir (Hugman, 2001). Monopolist ve yoğun bir temerküz oluşturmaya odaklanan iç ulusal pazarı koruma hedefi böylece gerçekleştirilebildi. Benzeşen, aynı düşünen ve davranan insan yaratmaya çalışılan ve sınıf farklarının ortaya çıkartılmadığı, kaynaşmış bir toplum arzuları ile Fordist, seri üretime dayalı bir üretim uygulamasına sahip toplumun ihtiyaç duyduğu insan sermayesi benzerliği çok açık. Sadece üretim biçimi ve ekonomi kavramı olarak değil dönemin siyaset ve sosyal yapısını da etkileyen, adlandıran bir kavram olarak her alanda kendisini hissettiren Fordizm; katı otoriterlik, katı disiplin, tekdüze eğitim ve insanı makinanın bir parçası, dişlisi olarak gören yapısı ile üniversiteleri de yoğun biçimde etkilemiştir.

Teknik ve bilimsel yönetim ya da Taylorizm, ekonomik ve özellikle çalışanların verimliliğini artırmayı öngören bir yönetim yaklaşımıdır. Bilim ve mühendisliğin yönetim işlevlerinde kullanılmasına dayanır. Önemli etkileri, aynı dönemlerdeki Fordizm ile birlikte 1910 ve 1920’lerde kitle üretimine odaklanmalarında görülür. Standartlaştırma, akılcılık, kitle üretimine dönüştürme, çalışanlar arasında bilgi aktarma ve buradan da araç, gereçlere, süreçlere, yönergelere ve dokümanlara bilgi ve direktiflerin aktarılmasını öngörür. İşi yapmak için kesin süreçleri ve ‘’en iyi yol”u belirlemeye dayanan Taylorizm, yöneticilere kontrol edilmesi oldukça zorlaşan bir güç verir. Bu anlayış ve yaklaşım ile planlı ekonomiye çok uygun olan Taylorizm, merkezi ekonomik planlama ile harcamaları en iyi belirleme, optimize etme olanağı sağlamaktadır. Böyle bir ekonomik politikanın karşıtı ise liberal serbest pazar anlayışı olabilmektedir.

Üniversiteler, esasında dış dünyayla ve birbirleriyle etkin iletişim kuramayan ve kendi alanlarını herkese kapalı tutan çok bürokratik, hiyerarşik örgütlerdir. Üniversitenin örgütlenmesi esas olarak kapitalizmin daha eski dönemine ait Taylorist bir kalıntıdır. Endüstri toplumlarının şirketleri Taylorizm’den koparak değiştiler. Yönetsel bakımdan aşırı şişkin, katı biçimde örgütlenmiş ve çok verimsiz hale gelmiş oldukları açık olan üniversiteler, karar almayı, dik piramitsel örgüt yapılarıyla yapmakta ısrar ediyorlar ve yöneticileri, genellikle farklı birimleri kıt kaynaklar için rekabette karşı karşıya getiren “böl ve yönet” kuralına göre çalışıyorlar (Greenwood ve Levin, 2003). Üniversitelerde karar alma, üst yöneticiler tarafından Taylorist bir fabrika işletmesindeki mantık içerisinde gerçekleştirilmektedir. Bölümler, iç standartlara göre uzmanlarca değerlendirilmekte ve atanmalar, mekanlar ve statüler birbirleriyle bitmeyen bir sınır mücadelesi biçiminde Taylorist bir anlayışı sürdürmektedir.

Üçlünün son ayağını ise, Birinci Dünya savaşı sonrası Max Weber’in sosyolojik araştırmaları ile modern ulus devletin kamu yönetiminde uygulanabileceği bürokrasiyi öne çıkartması oluşturur. Buna göre, akılcı-yasal bir düzen için yönetilenlerin düzenlenmesi söz konusudur. Böyle bir sistem ancak bürokratik uzmanlar tarafından yönetilebilir. Modern endüstriyel dönemde oluşan bu kuram için, insanların ‘’ demir kafes ’’ içinde olmaları ile açıklamaya çalışılan bir düzeni öneriyor denilebilmekte. Akılcı, formatif yönetim ile maliyet – etkinlik yönetimi söz konusudur. Geleneksel bürokratik kuram elitist bir yapıya ve anlayışa sahiptir. Araçsal akıl ile hiyerarşik bir yapının oluşturulması ve bürokratik bir disiplin uygulaması Weberizm diye de adlandırılan uygulamaların ana özellikleridir. Bürokrasinin yapısı olan kurallar, katı yapılar ve iç işlemleri düzenleyen yönergeler vazgeçilmez unsurlardır. Bürokrasi yaklaşımında, bireysel değerler ve öncelikler, sıkıca bağlı olunan kuralların yerine getirilmesi amacıyla göz ardı edilebilmekte ve yetki-güç yönetime bırakılmaktadır. Fordizm ile seri ve kitle üretiminin, Taylorizm ile işin fonksiyonlarını farklı parçalara ayırarak her birine farklı uzmanlıklardaki çalışanları görevlendirme, örgütü ve yönetimi bilimsel yönetime oturtma, Weberizm ile de kişisel olmayan, mekanistik ve hiyerarşik disiplin anlayışının birlikteliği akademik yapılarda da görülür. Sonuç, üçlü yapının üçü de üretim hattının sürekli geliştirilmesi, yüksek verimlilik ve insan emeğinin akılcılaştırılmasına yönelik uygulamalar yumağıdır.

Fordizm, üretim standartlarını kullanarak aynı üründen büyük miktarlarda üretmeyi olanaklı kıldı. Aynı dönemlerde oluşan Taylorizm ve Weberizm ile bir üçlü sarmal oluşturarak modernizmin “klasik yönetim anlayışını” oluşturan yıldızları olmuşlardır. Frederick Taylor, standartlaşma işlemlerini, eylemlerini olduğu kadar örgütsel süreçlerin ve prosedürlerin olmasına çalıştı ve böylece örgütlerdeki davranışları kontrol ve analiz ederek verimliliği artırmada başarılı oldu (Taneja, Pryor ve Toombs, 2011). Taylor, bilimsel işletmecilik olarak adlandırdığı çalışmaları ile üretim ve kontrolüne odaklanırken, Ford üretim hattına ve fabrikanın yeniden organize edilmesine odaklandı. Her ikisinin birlikteliği kitle üretimi kavramını ortaya çıkardı.

Üniversiteleri birer eğitim-öğretim ve bilgi aktarma yeri, fabrikası olarak giren Fordist - Taylorist yaklaşımı, seri üretim anlayışının egemen olduğu endüstri döneminin bir gereği idi. Taylor’un beden ve kol gücü ile çalışanlar ile yönetim ve planlama yapmaktan sorumlu düşünen fikir insanları olan yöneticiler ayrımı üniversitelerde, öğretim üyeleri ile bürokratik oligarşiyi oluşturan, emirlerle süreçleri ve yönetmelikleri uygulayan akademik yönetim arasında ayrımı derinleştirmiştir. Uygulamacı olarak çalışanlar ile profesyonelleşme eğilimi gösteren üst yöneticilerin olduğu ayrışmış bir yapı kaçınılmaz olarak kökleşmiş oldu.

Bu etkiler ülkemizde, zaten var olan eğitim geleneğinin güçlendirecek biçimde bir yapılanmayı oluşturmuş ve akademisyenlerin kadrolu maaşlı, sicil amirine bağlı birer kamu personeli olarak görüldüğü ve memurdan öte bir varlığının olamayacağı düşünülen bir ‘’resmi kurum’’ olarak kabullenilen üniversiteyi ortaya çıkartmıştır. Üniversitelerde kurulan düzen, üst basamaklarda olanlardan yana bir hiyerarşik iç işleyişin varlığı oluşturarak “hiyerarşi tapınmacılığı” yaratmış ve zamanla imtiyazlar yaratabilecek rütbe ve unvan peşinde koşan, memurlaşmış akademisyenleri üretmiştir. Devlet üniversitesi geleneğindeki ülkemiz üniversitelerinde, Weber’in önerdiği bürokrasinin teknik yeterlilik, akılcı karar alma, liyakat, şeffaf ve adil karar uygulamaları gibi hususları örgütün merkezine koymak yerine, ayrıntılı ve katı kurallar ile bürokratik denetim mekanizmaları yoluyla çalışanların yanlış yapmalarını, israf ve suiistimalleri önlemek amacı ön plana çıkmaktadır. Asıl amacı daha akılcı yönetme olan bu yaklaşımın oluşturduğu bürokratik yapı, örgütü daha büyük ve karmaşık bir hale soktu. Buna karşın, öğretim yöntemleri çok uzun zaman değişikliğe uğramadı. Üniversiteler; hiyerarşik olarak kurulan ve buyruklar, sınırlamalar, yasaklara yönelik bir emir-komuta, amir-memur ya da taklit etmeye odaklı usta- çırak ilişkisi içinde kalmışlardır. Katı merkezi bürokratik yönetim yapısı ile devletin bürokratik kurumları olarak algılanan üniversiteleri ‘’eğitim fabrikaları’’ olarak gören ‘’akademik montaj hattı’’ biçimindeki kuralcı eğitim üretim felsefesini benimseyen bir yapı ve uygulama damgasını vurmuştur. Bütün gelişmiş ülkelerde olduğu gibi bizde de üniversitelerin hükümet kontrolünde ve etkisinde üretilen eğitimin örgütsel mantığı olan bürokrasi, 1960’larda sorgulanmaya başlanmasına karşın pek başarılı değişim günümüze kadar gerçekleştirilemedi. Yönetim kültürü böyle bir dar kalıba sokulan üniversite anlayışının, 1980’lerden bu yana güç merkezli, tek adam yönetimli ve merkezi-bürokratik yapıda olan üniversitelerde yetişen akademisyenlerin büyük bir çoğunluğunun bu durumu içselleştirerek yaşadığı söylenebilir.

POST-FORDİZM ve YENİ ÜNİVERSİTELERE ETKİSİ

İkinci Dünya savaşı sonrası dönemde yeni oluşan toplumu açıklamak için “endüstri ötesi”, ”tüketim toplumu”, “bilgi toplumu” gibi adlandırmalar yapıldı. Bunlardan biri olarak farklı anlamlar yüklenen ve farklı biçimlerde kullanılan bir kavram, sözcük olarak post-Fordizm aynı zamanda ‘’esnekizm’’ olarak da adlandırılır. Bir başka görüş ise, neo-Fordizm olarak bilinen ve Fordizmin yeni teknolojiler ile desteklenmiş ve “gelişmiş yönetim”ler aracılığıyla çalışanlar kontrol edebilmenin bir yolu olarak da açıklamıştır (Merson,2000). Bu açıklamalara göre, birçok bakımdan post-Fordist örgütler çok farklı bir oyun oynamazlar. Fordist anlayışın bir uygulaması olarak öğretmen merkezinde oluşturulan sınıfların amacı, öğreten bir makine anlayışıyla en yüksek sayıda öğrenciyi en düşük maliyetle oluşturmaktır. Bu anlayış ve uygulama post-Fordizmde teknoloji yardımıyla değişti ve esnek, sanal, akıllı, yalın, ağ biçiminde örgütlenmeyi getirdi (Arnold, 1998). Yapılan eleştiriler karşısında, post-Fordizm için geç kapitalist toplumların örgütsel biçimleri olarak ‘’bilgi ekonomisi‘’, ‘’bilinç kapitalizmi‘’ , ‘’bilişsel-kültürel ekonomi’’ gibi kavramlar da sıkça kullanılıyor. Birçok post-Fordizm tanımı ve içeriği farklı yerlerden ve farklı hızlarla gelişen ve Fordizmden farklı olduğunu gösterilmeye çalışılan bir kavram. Fordizm gibi post-Fordizm de dar ve geniş anlamlar ile açıklanabilir. Dar anlamda, esnek iş ve iş sözleşmelerinde esneklik, yalın örgütsel yapılar ve daha az standartlaşmış ürünler gibi iş süreçlerindeki değişimlerdir (Jackson,2006). Geniş anlamda ise, Fordist kurumları değiştirerek, farklı üretim ve tüketimi özendirme, iş hareketliliğinde artış, toplu sözleşmelerden uzaklaşma, özelleştirme, Keynesyen uygulamalardan vazgeçme ve daha az sosyal devlet olarak kullanılabilmekte.

Teknolojinin daha fazla öne çıktığı, bilginin, modern ekonomilerin en önemli üretim faktörü olduğu bir dünyada bilimden ve araştırmalardan yararlanarak katma değer yaratan üniversiteler oluşuyor. Üniversitelerin, sadece bilgi üreten, biriktiren ve onları aktaran, uygulayan yerler olmasının ötesinde, yeni bilgilerin üretilebildiği ve bunların uygulanması ile nasıl zenginliklerin yaratılabileceğinin ve maddi kazanca çevrileceğinin öğretildiği yerler haline geldi. Üniversitelerin uygulamaya yönelik olmalarını açıklayan işlevselliği, yararcılık anlayışı ile temel araştırmalardan çok daha fazla uygulamalı araştırmalara yönelmesi sonucu, üniversiteler üretilmiş bilginin nasıl ekonomik katkı sağlamaya çevrilebileceğinin belirlendiği yerlere dönüşmektedir. Ülkemizde de Türk Eğitim Sendikası, 2002 yılında yayınladığı raporunda; üniversitenin bir ticaret kurumuna dönüşmesi durumunda, bilimsel faaliyetlerin rasyonel bir hesap içinde(üniversitelere getiri sağalmayacaksa) askıya alınabileceğine dikkat çekmiştir (Nardalı, 2011). İhtiyaç duyulan bilgiye ulaşmak için artık tek araştırma ve bilgi üreticisi ve kaynağı olma özelliğini kaybetmekte olan üniversitelerde üretilen bilgi, yararlı, alakalı ve günün koşulları için yeterli görülmediğinden şirket okulları, düşünce ve strateji merkezleri, araştırma, danışma kuruluşları bu büyük rolü üstleniyorlar.

Birçok Batılı ülkede olduğu gibi ülkelerin birbirine karşılıklı bağımlığını oluşturan değişim ve onu oluşturan değişkenler, üniversiteleri kontrolünde tutan ve kendi ihtiyaçlarına göre kurumlaştıran ulus-devletin küreselleşmeye uyum politikaları kapsamı ve biçimi içinde oluşuyor. Bu aşamaya geçen ülkeler, ulusal ekonomilerini üniversitelerle, işgücüyle, verimlilik ve ticaret ile bağlantılı hale getiriyor. Yapısal değişim ve dönüşümün sonucunda, üniversitelerin topluma ve toplumun da üniversite yönetimine katkısı artıyor; endüstrinin değişen taleplerine uygun öğrenci yetiştirme ön plana çıkıyor. Bu zorunluluk yönetim biçiminde; kalite güvencesi yaratmaya yönelik şeffaflık, hesap verebilirlik ile demokratik katılıma yönelik öğrenci dahil daha çok paydaşın yönetimde, karar almada daha etkin olmasını gerektiriyor. Demir kafes içindeki insan metaforu, demokratik anlayışta hesap verilebilirlik ve şeffaflıkla yer değiştiriyor. Bürokratik, hiyerarşik, merkezi otorite yerini esnek otoriterliğine ve katı bir disiplin yerine daha çok gözetim ve denetime bırakmaktadır.

Üniversiteler, eğitim ve öğretim sistemini yeni ekonominin gereksinim duyduğu gelişmiş insan gücü yetiştirecek bir içerikle donatma zorunda. Teknolojinin dönüştürdüğü yeni dünya ve ekonomisindeki değişen ‘’ürün ve hizmet deseni’’, daha nitelikli, yaratıcı ve katma değeri yüksek ürün üretimini gerektiriyor ve bunu üretecek insan kaynağı bu haliyle her açıdan yetersiz kalıyor Küreselleşme ve post-Fordist gelişmelerin ortaya çıkardığı ‘’esneklik’’ , çalışma ilişkilerinin ve nitelikli ve yalın üretim ile maliyetleri azaltmaya yönelik küresel emek piyasasının talebi olan emeği üretmeyi sağlayacak yeniden bir yapılanmayı gerektiriyor. Esneklik, 1980’lerde çok kullanılan ve aşırı bir değer yüklenmiş bir kavram olarak kaygan bir sözcük oldu. Esneklik, esnek uzmanlıklar, çoklu beceriler gibi bir boyuta sahip olmanın yanında koşulların da esnekliğini açıklayabiliyor. Farklı okulların açılması, bütçelerin sabitlenip artmaması sonucu girişimci okulların oluşturulmasına olanak sağlanması yaygınlaşmıştır ( Carte,1997). Bazı meslek dallarının önemi azalıyor ya da dönemi bitip yok olurken, daha önceden bilinmeyen yepyeni iş ve meslek alanları oluşuyor. Böyle bir değişim süreci içinde yer alacak insan gücünün de, esnek yapıya uyumlu ve değişime uyum sağlayabilecek özelliklerde olabilmesi gerekir. Sürekli eğitim her yaşta ve her konuda bunun için gerekli. Bunun tam karşıtı olarak, niteliksiz ve talebi fazla olmayan emeğin yaratılması ve varlığını sürdürmesi, iş bulamayan diplomalı üniversite mezunun artmasına ve ücretlerin aşağıya çekilmesine neden olabilecektir. Üniversitelerin küresel hizmet piyasalarına açılması ve uyumu gerçekleştirebilmesi, katma değeri yüksek ürünlerin üretilmesinde rol alabilecek eğitime sahip insanlar üretmesini gerekiyor. Hiç şüphesiz, bu tür insan gücünü üretmek kadar, onlara dünya ölçeğinde rekabetçi ücret ödemek zorunluluğunu da yerine getirmek kaçınılmazdır.

Yenidünyanın gerektirdiği insan sermayesi, değişen ve dönüşen akademik bir dünya istiyor. Bir konuda bilgi birikimi olan değil, değişen koşullara uyum sağlayacak insan gücü talep ediliyor. Spesifik bilgi biriktirme ve buna ulaşarak farklılaşmayı yaratmak artık uygun değil; nedeni ise bilginin hızla değişmesi ve kıt kaynak olmaktan çıkıp rahatlıkla ulaşılabilir hale gelmesidir. Bu durum, uzmanlık denen anlayışı geçen yüzyılın konusu haline getiriyor. Önemli olan, uzmanlık ve belirli konularda bilgi birikimine sahip olmak değil, serbestçe bulunan bilgi stokundan elde edilebilecek bilginin çevresini dönüştürebilme ve yaşam kalitesini yükseltme amacı için yeni bir şey üretebilecek yaratıcılık ve farklılaşmayı getirecek davranışlardır. Sanayi toplumlarında, benzer insanlara, fabrikadaki seri üretiminin eşit verimlilik bazında üretim yapan ve yapmasını sağlayan insanlara ihtiyaç vardı. Bu dönemin Fordist üretim anlayışı olan seri ve bant üretimi, insanların farklılaşmalarına yer bırakmıyor ve esas olarak araba, radyo, buzdolabı gibi benzer, hatta aynı ürünlerin verimli biçimde üretilmesine odaklanıyordu. Ulus-devlet için bireyleşme, sanayi üretiminin sürmesi için hiç de arzulanan bir hedef değildi. Toplumun her alanında benzeşme, aynılaşma üretmektir, amaç. 20.yüzyılın sonlarına doğru üretim yapısı Fordist fabrika ve sanayi modelinden, üretimin fabrikalarda yapılmasından çıkıldığı post-Fordist bilgi toplumu modeline kayıyor. Endüstri toplumundan bilgi toplumuna, ulus devletten küresel dünyaya, modernist düşünceden postmodern bir düşünceye ve Fordist üretimden esnek üretim anlayışına doğru bir geçiş yaşanmaktadır (Tekeli,2010). Yeni toplum modeli, yeni üretim yapma, yeni eğitim anlayışını, değişimini gerektiriyor. Yeni iş alanları demek olan yeni buluş ve araştırmalar için benzeşme değil, farklılaşma, yaratıcılık gerekiyor. Bu durum da, başarıyı, yenilikçilik ve yaratıcılığı, bu da herkesten farklı düşünmeyi, davranmayı gerektiriyor. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın sanayi toplumunda başarılı insan modeli, tek konuda derinleşen, uzmanlaşan, bilgi sahibi insanlardı. Buna öncelik veren eğitim sistemi bilgiye sahip olmaya, ezberciliğe yönelik uygulamaları içeriyordu. Merkeziyet ve dayatılan hiyerarşi, özgürlüğe sınırlı ölçüde izin veriyor ve kurumların, öğretim elemanlarının hareket alanları sınırlı kalabiliyor, onların farklılıklarını ortaya çıkartmalarına, özerkliklerini arttırmalarına olanak sağlanmıyordu. 21. yüzyıl farklı olanı yüceltiyor ve ödüllendiriyor; eskimişlik olgusuna yer vermiyor; bunun doğal sonucu olarak da, farklı, farklılaşmış, farklı tepkiler verebilen bağımsız birey oluşumuna olanak sağlayarak yaratıcı bireyleri üniversitelerin yetiştirmesi zorunlu hale geliyor. Artık, birçok konuya hakim ancak tek konuda derinlemesine bilgi sahibi, uzmanlaşan insan tipi gerekiyor. Bilginin hızla arttığı ve kısa sürede eskidiği göz önüne alındığında, herkesin sürekli “yaşam boyu” eğitim görmesi kaçınılmaz. Fordist dönemde yaygınlaşan kitleselleşme, bu dönemde artık kitlesel bireyselleşmeye dönüşmüştür. Her alandaki üretimin otomatik ve seri olmasının yanında, kitle üretimi talebe göre zenginleştirilebilmekte ve farklılıklar yaratılabilinmektedir. Üniversitelerin fiziksel ve zamansal kısıtlardan sıyrılıp, internet ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerin etkisi ile araştırma ve eğitimde “coğrafyadan bağımsız” ya da “mekandan bağımsız” olarak adlandırılabilecek “uzaklıkların yakınsaması” biçiminde bir yapılanmayı, ucuz, verimli, etkin ve hızlı biçimde sağlayabiliyor. “Uzaktan Eğitim“ sistemi, öğretici kişiye ve mekanlara bağlı kalmadan isteyenin istediği yerden istediği, ihtiyaç duyduğu şeyi öğrenebileceği bir sistem. Bireyselleştirilmiş bireyin arzu ettiği zamanda 7/24 ulaşabildiği içerikler ve bireysel kontroller dünyası oluşuyor.

Bilimler arası sınırlar da kalkıyor ve bilimlerin içe dönük disipliner bölümler, kompartımanlar biçimindeki yapısı aşılıyor ve disiplinlerarası etkileşim gerçekleşiyor. Bilgiye ulaşmak kolay olduğundan artık bilgi hamallığına gerek yok. Her şey gibi süreçler ve yöntemler de hızla birkaç yıl içinde eskiyor ve geçerliliklerini yitiriyor. Bu kadar hızla değişen bir dünyada detaylarla uğraşarak öğrenme yerini eleştirel düşünmeyi, sentezi öğrenen insanları yaratacak eğitim-öğretim yaklaşımları gerekiyor. Bilgi teknolojilerindeki gelişmeler; hızlı, kolay, verimli biçimde bilgiye ulaşımı sağlayabilmekte ve bilgiyi edinme, saklama bir üstünlük olmaktan çıkmaktadır. Bu durum, katma değeri yüksek yenilikler üretebilmeyi gerekli kılıyor ve daha önceleri fırsat bulamayan hemen hemen her şey, yaratıcılık ve yenilikçilik ile birer fırsat olabilme şansına sahip oluyor. Üçüncü kuşak üniversiteler olarak da adlandırılan yeni nesil üniversitelerde araştırma büyük ölçüde disiplinlerarasıdır. Bu durum, geleneksel üniversitelerin yerel üniversiteler ve üst düzey üniversiteler olarak ikiye ayrılması önerilerini de beraberinde getiriyor (Wissema, 2009).

Böylesine karmaşık ve çok değişkenli bilinmezlik ortamında çok yönlü ve esnek uzmanlıklara sahip insan modeli yetiştirmekle ilgili arayışlar, eğitim ve öğretim paradigmalarında da değişimlerini gerektiriyor. Bu değişimler arasında; içerik değil amaç, bilgi değil uygulama, benzerlikler yerine farklılıklar, kitleler yerine bireyselleşme eğitim felsefesi ve üretim yöntemleri olarak sayılabilir (Ülker, 2011). Üniversitelerde; öğretim becerilerine verilen önemin artması, esnek ve etkileşimli iletişim modelleri, eşitlikçi-katılımcı demokratik eğitim kavramlarının öne çıkartılması, farklı öğrenci kitlelerine hitap edebilme gereksinimi, rekabet, kalite ve akredite süreçleri yeni yapılanmaları gerektirmektedir. Post-Fordizmin eğitimde yansıması iki önemli perspektiften ele alınabilir (Brehony ve Deem, 2005). Birincisi, eğitimde post-Fordizmle nelere ulaşılır sorusu İle bağlantılıdır. En önemli uygulama, iş yerindeki sürekli eğitim odaklı yetişkin eğitimi ve esneklik, mekan zorunluluğunu azaltan bir uzaktan eğitim uygulamalarıdır. İkincisi ise, örgütsel yapılanma ile ilgilidir. Ekip çalışmasına uygun işbirliğine dayalı bürokrasinin azaltılması, hiyerarşinin azaltılması, bilgi teknolojileri kullanımının yaygınlaşması gibi uygulamalar sayılabilir. Öğretmen, model oluyor artık ve yaşam boyu eğitim ile kendini yeniliyor; empatik sınıf iklimi, yaratıcı drama, etkileşimli öğrenme, vaka çalışmaları ve iş dünyasından konuk konuşmacılarla sohbetler gibi etkinlikleri önemseyen uygulamalı- deneyimsel öğrenme, grup içinde çalışma becerisi ve işbirliği gibi kavramlar ve uygulamalar, yeni paradigmaların yaratıcılık ve uygulama alanları haline geliyor. Bu dünyanın istediği rekabetçi bireyler, girişimci özellikler, kendine güvenli, bireyleşmiş öğrenci ve girişimci üniversite modelini öne çıkartıyor (Odabaşı, 2007). Bu yapısal değişim aynı zamanda, analitik ve eleştirel, sorgulayıcı düşünce kültürünün eksik olduğu yerler olarak görülen ”bilgi aktaran üniversitelerin”, “bilgi üreten üniversiteler ”e dönüşümünü de hızlandıracaktır. Ezbere yönlendiren bir uygulama yerini “hangi bilgiyi neden öğreneceğini” sorgulayabilen ve öğrenmeye güdümlü öğrenmeyi öğrenen” bir yaklaşım kendini açıkça gösteriyor. Böyle bir yönelim ister istemez didaktik bilgi aktarımından, yaşam boyu öğrenmeye doğru gelişen bir yapı izlediği söyleyebilir. Bunun sonucu olarak; sertifikalar, beceri ve yetenek kazandıran eğitimler, girişimcilik gibi uygulamalar önem kazanıyor.

Fordizm ve post-Fordizm dönemlerinin, üniversitelerdeki eğitim-öğretim ve araştırma ile yönetim ve karar alma süreçlerine olan etkilerinin tamamını, karşılaştırmalı olarak Tablo 1’de görmek mümkündür:

Tablo 1. Fordizm ve Post-Fordizm’in Üniversitelere Etkisi

Sadece yaratıcılık ve yenilikçilik ile farklılık yaratacak bireylerin farklılaşması yetmiyor, bunları üretecek, yetiştirecek üniversitelerin de ve bu üniversitelerin içerisinde birbirleriyle çelişen görüşleri olabilecek öğretim üyelerinin de yaratıcılıkta ve yenilikçilikte farklılaşmaları gerekmektedir. Tüm üniversitelerin aynı potaya konması yerine her üniversite türü, hatta bölümü önerilebilecek bir meslektaş-mütevelli yönetim modelinde kendi yerini belirleyebilecek ve göre uygun yönetim ve örgüt yapısını oluşturabilecektir (Doğramacı, 2007).

SONUÇ

Hiç şüphesiz ülkemizdeki üniversite yapılanması ve gelişmesi dünya üniversitelerinin geçirdiği evrimden etkilenmiş ve benzer özellikler taşımıştır. Türk üniversitelerinde baskın kültür, modern ulus- devlet dönemindeki dünya üniversitelerindeki kültürün etki ile değişime ve dönüşüme açık bir yapı olmaktan daha çok ‘’otoriteliğe’’, ‘’bürokratik yapıya’’ uyum sağlayan düşünsel keskinliği destekler niteliktedir.

Ülkemiz üniversite yapılanmasını Batı medeniyeti etkisinde üç farklı ülke geleneğinin önderliğindeki gelişmelerden etkilenerek gerçekleştirmektedir. Bunlardan ilk Fransız eğitim sistemi ve üniversite yapılanmasında ve 18. yüzyıla damgasını vurmuştur. 1933’ teki ‘’üniversite reformu’’ ile birlikte Alman etkisinde olan üniversite yapılanması, Humboldt modelinin yoğun etkisini yaşamıştır. İkinci Dünya savaşı sonrası oluşan dünya dengeleri, 1950’lerden itibaren Anglosakson / Amerikan üniversite sisteminin etkilerini “Fordizm-Taylorizm-Weberizm” ile birlikte ülkemize yansıtmıştır. Bu üç ayrı gelenek ve sistem, dünyadaki üniversitelerin karşılaştıkları etkileri görerek bir karma yapılanmayı oluşturmuş ve 1980’lerdeki YÖK uygulamaları, çeki düzen vermek, düzen getirmek için bütün bunları bir tek yapıda yeknesak bir anlayışla uyumlaştırıp tek tipleştirmeye çalışmıştır. Endüstri devriminin bir geleneği olarak bilinen ve uzmanlığın önemsendiği Humbolt tipi üniversiteler, geleneklerini ve uygulamalarını sürdürmektedir. Ancak üniversitelerin yapıları, gelenekleri, iletişimsizliği, içe kapanıklığı, etkileşim eksikliğini ve birbirine yaklaşmamayı, işbirliğini gönüllü yapmama gibi alışkanlıklarını, geleneklerini sürdürmüşlerdir. Meritokratik, yani daha bilgili olanların daha çok söz hakkına sahip olduğu, hak etmeye dayalı bir üniversite yapısı kurulamayışının bugünkü önemli nedenlerinden biri böyle bir anlayışın yokluğudur (Gürüz, 2003). Birlikte çalışma kültürünün oluşması, birbirini daha iyi tanıma, iş birliği oluşturma gibi dışa dönüklük hali, küreselleşme evresindeki dünya üniversitelerine uyum sağlama konusundaki uygulamalarla bunun gerçekleşmesine olanak vermektedir. Avrupa Birliğinin oluşturduğu temel anlayışı kalite güvence sistemi yaratma olan Bologna Süreci ile Erasmus, Sokrates gibi öğrenci-öğretim üyesi değişim ve hareketlilik projelerine paralel yerli Farabi projesi gibi projeler de bu amaca dönük çalışmalar olarak dikkat çekmektedir. Bologna Sürecinde söz konusu olan, sürekli bir uyumlaştırma, homojenleştirme ya da tek tipleştirme değildir. Ulusal çeşitlilik ve farklılıklar saygıyla karşılanırken, ulusal üniversitelerin yetki alanlarını ulusal ve bölgesel düzeyde sınırlı olması nedeniyle birbirleriyle karşılaştırılabilir olmayı sağlamak ve kalite açısından uyandırmaları ön plana çıkartmaktır (Gümrükçü, 2005).

Hiç şüphesiz ki, post-Fordist üniversitelere doğru dönüşüm ve değişim bazı zorluklarla, engellerle ve dirençlerle karşılaşacaktır. Örgütsel, yönetsel ve kişisel düzeylerde ortaya çıkabilecek ve daha çok geleneklerden ve bürokratik kültürden kaynaklanan bu sorunların üstesinden gelebilmek için, paydaşların tüm iletişim ve karar alma süreçlerine katılımıyla örgütsel öğrenmeyi gerçekleştirmek bir yöntem olarak önerilebilir. Bu yapılanmaya bağlı olarak oluşturulacak yönetim ve yönetim biçimi; demokratik ve katılımcı olduğu kadar paylaşılmış, esnek, çok boyutlu bir yapıyı gerektiriyor. Merkezileşmekten uzaklaşabilen birimlerin, kendi faaliyetlerinden çok daha fazla sorumlu olacakları açıktır. Performans değerlendirme sistemi ile sorumluluk merkezlerinin amaçlarına ne ölçüde ulaştıkları hakkında geri besleme sağlanabileceği beklenmekte (Ünal ve Coşkun, 2011). Akademik özgürlük ve özerkliklere ek olarak, finansal özerklik ve kendi kendine yönetim, Türk üniversite sistemi için ortak yanıtlardır. Günümüzde üniversite içi karar alma, uygulama mekanizmaları ile yetki ve sorumlulukların dağılımı hızlı bir değişim geçirmektedir. Geleneksel üniversite yönetiminden demokratik yönetim biçimine geçiş değişik modellerin önerilmeleri ile gerçekleşecek gibi görünüyor (Odabaşı, 2011). Meslektaş dayanışmasına ve geniş katılımlı kurullara dayalı klasik yönetim tarzının yerini, icracı otoritenin güçlendirildiği, kurum dışı birey ve temsilcilerin, paydaş katılımlı olarak yönetimde söz sahibi oluğu yapılar almaktadır (İPM, 2009).

Bu açıklamalar çerçevesinde, ülkemiz üniversiteleri büyük değişim ve dönüşümün farkına varıp politikalar ve uygulamalar geliştirebilirler mi? Bunu engelleyen unsurlar nelerdir? Bu alanda devletin koruyucu ve denetleyici görevi neler olmalıdır? Gelişen toplumsal kültür tüm bu gelişmelerin neresindedir? Üniversitelerimiz dünyaya ve değişime bakışını, alışkanlıklarına, geleneklerine ve tercihlerine yansıtma yetisine sahip midir? Bu konuda gereksinim duyduğu kültürel değişim için doğru bilgiye doğru zamanda erişebilmekte midir? Günümüz üniversitelerinde birlikte hüküm süren hem Fordist hem de post-Fordist yapılanma eşdeğerde etkilere sahip midir? Bu konudaki eleştiriler ve üstünlüklerin tartışılması, tarafsız ve çok yönlü bir bilgi ve analize dayanıyor mu? Üniversite sistemi içinde oluşan az sayıda öğrenciye yönelik seçkinci yapı ile kitle eğitimine yönelen yapı gibi çeşitlenen uygulamalar tek bir merkezi yönetim ve kuralları ile nasıl sürdürülecektir? Bu sorular, gelecekteki araştırmalara ışık tutabilecek düşünsel açılımları içermektedir.

KAYNAKÇA

Arnold, M. (1998). The high- tech, post-Fordist school. Interchange, 27, 3-4, 225-250.

Brehony, K. J. ve Deem, R. (2005). Challenging the post-Fordist/flexible organisation thesis: The case of reformed educational organisations. British Journal of Sociology of Education, 26, 3, 395-414.

Carte, J. (1997). Post-Fordism and the theorisation of educational change: What's in a name?. British Journal o f Sociology of Education, 18, 1, 45.

Charle, C. ve Verges, J. (2005). Üniversitelerin Tarihi (Tercüme: İsmail Yergüz), Ankara: Dost Kitapevi, 112.

Dölen, E. (2010a). Türkiye Üniversite Tarihi 4-İstanbul Üniversitesi (1933-1946), İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 351.

Dölen, E.(2010b). Türkiye Üniversite Tarihi 5-Özerk üniversite Dönemi (1946-1981),İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 111.

Greenwood, D. ve Levin, J.M. (2003). Üniversite-Toplum İlişkilerinin Yeniden Yaratılması: Eylem-Araştırma/Akademik Taylorizm (Ed. Oğuz.N.Babüroğlu, Eğitimin Geleceği: Üniversitelerin ve Eğitimin Değişen Paradigması). İstanbul: Sabancı Üniversitesi, 77.

Gümrükçü, H. (2005). “Bologna-Prag-Berlin Süreçleri Işığı Altında Türkiye’de Yüksek Öğretim Politikası ve Yüksek Öğretimde Değişim”, Küreselleşme, Türkiye ve Avrupa Yükseköğretim Alanı, (Ed.:Harun Gümrükçü), Hamburg: Avrupa Türkiye Araştırmaları Enstitüsü Yayını, 218.

Gürüz, K. (2003). Dünyada ve Türkiye’de Yükseköğretim: Tarihçe ve Bügünkü Sevk ve İdare Sistemleri, Ankara: Ö.S.Y.M Yayınları, 311.

Hugman, R. (2001). Post-welfare social work? Reconsidering post-modernism, post-Fordism and social work education. Social Work Education, 20, 3, 321-333.

İstanbul Politika Merkezi, İPM (2009). Neden Yeni Bir Yüksek Öğretim? İstanbul: İstanbul Politikalar Merkezi Raporları. http://ipc.sabanciuniv.edu/sites/ipc.sabanciuniv.edu/files/yokraporubasilan.pdf (16.02.2012).

Jackson, W. A. (2006). Post-Fordism and population ageing. International Review of Applied Economics, 20, 4, 449–467.

Merson, M. (2000). Teachers and the myth of modernisation. British Journal of Educational Studies, 48:2, 155-169.

Mora, J.G. (2001). Governance and management in the new University. Tertiary Education and Management, 7, 2, 95.

Nardalı, S. (2011), Yükseköğretimde (Üniversitelerde) Markalaşma. Ankara: Detay Yayıncılık,40.

Odabaşı, Y. (2007). 21.Yüzyıl’ın Üniversite Modeli Olarak Girişimci Üniversiteler. Değişim Çağında Yükseköğretim Global Trendler-Paradigmal Yönelimler (Editör: Coşkun Can Aktan), İzmir: Yaşar Üniversitesi Yayını, 117-133.

Odabaşı, Y. (2011). Türk yüksek öğretiminde geleneksel ve demokratik üniversite yönetimleri karşılaştırması. International Conference on New Horizons in Education. Portugal: The Polytechnic Institute of Guarda.

Scott, J. C. (2006). The mission of the university: Medieval to postmodern transformations. The Journal of Higher Education, 77, 1, 1-39.

Taneja, S., Pryor, M.G. ve Toombs, L. A. (2011). Frederick W. Taylor's scientific management principles: Relevance and validity. Journal of Applied Management and Entrepreneurship, 16, 3, 60.

Tekeli,İ. (2010). Eğitim Üzerine Düşünmek. (3.Basım), Ankara: TÜBA Yayınları, 15

Ülker, H.İ. (2011). Küreselleşme ve üniversitede değişim paradigmaları. International Higher Education Congress: New Trends and Issues. Istanbul: Turkish Council of Higher Education.

Ünal, G., Coşkun, A. (2011). Higher education in Turkey: Trends towards self steering public universities. International Higher Education Congress: New Trends and Issues. Istanbul: Turkish Council of Higher Education.

Weik, E. (2011). The emergence of the university: A case study of the founding of the University of Paris from a neo-institutionalist perspective. Management & Organizational History, 6, 287.

Wissema, J. G. (2009). Üçüncü Kuşak Üniversitelere Doğru: Geçiş döneminde üniversiteleri yönetmek (çev.Nurkalp Devrim ve Taciser Belge). İstanbul: Özyeğin Üniversitesi Yayını, 46.

Yamaç, K. (2009). Bilgi Toplumu ve Üniversiteler, Ankara: Eflatun Yayınevi, 366.

29 Nisan 2012 Pazar



22 Mart 2012 tarihinde İstanbul Maslak Sheraton'da gerçekleştirilen 6. Marketing Power Conference'ın bu yılki teması "Pazarlamanın Renkleri" idi.



Marka, ürün, müşteri, sosyal medya, mobil pazarlama, dijital pazarlama ve kurumsal iletişim gibi pazarlamanın birçok farklı renginden değerli davetlinin yer aldığı konferansta, "Pazarlama Manifestosu/Pazarlama Baştan Yazılıyor" başlıklı oturumda konuk konuşmacı idim. Yoğun ilgi gören konuşma metnimi ve konferanstan birkaç kareyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Keyifle okumanızı dilerim.






PAZARLAMA MANİFESTOSU
ON EMİR



1. Dijital Devrim ve Deneyim Pazarlaması Yaşanıyor.
Analogdan dijitale geçen dünyada her ikisi de yaşıyor.
Herşey daha hızlı yapılmak zorunda.
Proaktif hareket etmek kaçınılmaz.

2. Ticari ile Sosyal Pazarlama Yakınsamasına Şahit Oluyoruz.
Ürün satın alınırken:
Kim üretiyor?
Nasıl üretiyor?
Ürünün tüketiciye, çevreye ve dünyaya faydası nedir?

3. Sürdürülebilir Pazarlama-Sürdürülebilir Yaşam Biçimi Birlikteliği Oluşuyor.
Çevreye duyarlı pazarlama.
Sosyal sorumlu ve bilinçli tüketici birlikteliği. Savurganlık yok.

4. Tüketicinin Davranışlarında Akıl ve Duygu Birlikteliği Görülüyor.
Tüketici hem akıllı hem de duygusal.
En iyi ürünü, en uygun yerden, en iyi fiyattan istiyor.
Hedefe yönelik alışveriş tarzına sahip.
Ürünün ve tüketimin kültürel ve benlik boyutunu önemsiyor.

5. Her Alanda Doğallık, Hakikilik Filizleniyor.
Doğal ürünlere, doğal davranışlara, doğal yaşama özlem.
Yapmacık, kandırmacı iletişim yerini daha insani olana bırakıyor.
Samimiyet, dürüstlük ve güvene dayalı açıklık kültürü.
Yalanlarla değil, gerçek öykülerle tüketicinin düşünmesini, beğenmesini sağlamaya çalışmak gerekiyor.

6.Yaratıcılık ve İnovasyon Vazgeçilemezler Haline Geliyor.
Tüketicinin sadece dikkatini çekmek değil, onun yaşantısına anlamlı katkılarda bulunmak gerekiyor.
Tüketiciyi içine çekmek ve çevresini de etkilemesi arzulanıyor.
Esnek çalışmaya yatkın, çoklu yeteneğe, bilgiye sahip yeni nesil pazarlama uzmanları geliyor.

7.Karşılıklı Öğrenme ve İşbirliği Vazgeçilemez Oluyor.
Uzun dönemli ilişki için karşılıklı öğrenme ve işbirliği şart.
Prosumer ve açık inovasyon bu yolla ancak gerçekleşiyor.
Fikirleri paylaşmak, yeni şeyler yaratmak sorunların çözümünde bizlere yardımcı oluyor.

8.Tüketici Odaklılık, Tüketici Egemenliği ve Güçlenmesi Önlenemez Olarak Büyüyor.
Bolluk dünyasında tüketiciler artık kontrole sahip.
Haklarını ve tercihlerini kullanarak piyasaya yön veriyor.

9. Mutluluk ve tatmin sağlıyor.
Pazarlama korkuları gideren, konfor sunan, ihtiyaçları gideren eylemlerdir.
Krizlerde, hayattan geri çekilmeye karşı olmalıdır.
Çağımızın endişeli, huzursuz tüketicilerine sakinlik sunabilmelidir.

10.Her alana, coğrafyaya, sınıfa yayılıyor.
Pazarlamada E sınıfı devrimi gerçekleşiyor. Alttakiler büyük bir potansiyel.
Boş zamanları değerlendirme dahil pazarlama her yerde.
Ulusal, bölgesel olarak daha önceleri dikkate alınmayanlara yöneliş başladı.









25 Nisan 2012 Çarşamba


Tüketicinin gücü konusu, farklı düzlem ve alanlara kaysa bile sürekliliği koruyor ve güncelliğini yitirmiyor. Sizlerle 2006 yılında Pazarlama Dünyası'nda yayımlanmış olan, farklı bir dünyanın oluşmasında tüketicinin gücüne değinen yazımı paylaşmak istiyorum. Keyifle okumanızı dilerim. 


FARKLI BİR KÜRESELLEŞMENİN YARATILMASINDA TÜKETİCİNİN GÜCÜ

            GİRİŞ

Tek kutuplu, hiper bir güç yaratan küresel sistemin bir dayatması olan maliyetleri sürekli azaltarak, çok miktarda üretim yapmak ve büyük kazançlar elde etmek düşüncesi ve uygulamalarına karşı endişeler ve alternatif arayışları gittikçe ivme kazanıyor. Kazananların yanında kaybedenleri de yaratan bu oluşum karşısında bir denge kurulmasına ilişkin duyarlılık gün geçtikçe artıyor. Fiyat rekabetine odaklı geleneksel uygulamalar, kurumsal sosyal sorumluluğun değişen bu yönünde farklılıklar yaratma arayışına dönüştüğünü görebiliyoruz. Dizginlenemeyen tüketimin ardından, artık dünya ile uyum içinde yaşamanın ve insancıllığın yeniden iş yaşamında egemen olmasının yolları aranıyor. Bu konudaki baskılar arasında; bireysel yatırımcıların yanında kurumsal yatırımcıların sayılarının ve yatırım güçlerinin artması, küresel şirketlerin çok çeşitlenmesi ve artması, iletişim olanaklarının yaygınlaşması    ve en önemli unsur olarak da etik değerlere büyük önem veren tüketicilerin varlığı  gösterilebilir. Özellikle, tüketicilerin bu konularda gittikçe artan ihtiyaçlarını ve taleplerini yansıtan baskılar söz konusudur. 
Günümüz tüketicileri satın aldıkları ve kullandıkları ürün ve hizmetlerin arkasındaki, kendilerince pek de bilinmeyen bir dünyayla, çok daha fazla ilgileniyorlar. Tüketici egemenliğinin bir yansıması olarak; edilgen olmayan, sorumluluk hisseden, saydamlığı, etiği arayan ve hızlı biçimde bilgi sahibi olabilen yeni tür tüketici, bir parça aykırı bir dünyayı da oluşturmaya çalışıyor. Pazarlama yöneticileri artık, “dünyanın neresinde ve hangi koşullarda üretilirse üretilsin” anlayışının, en azından tüketiciler açısından bitmeye başladığını rahatlıkla görebiliyorlar. Ürün satın alırken sadece fiyat ve kalite özelliklerinin değil, onun nasıl, nerede, hangi koşullarda ve kimler tarafından üretildiğinin de bilinmesi arzulanıyor.
Bu gelişmelere bağlı olarak, çevresel ve toplumsal farkındalık bilincindeki şirketler sadece kar amaçlı değil, sosyal sorumluluk konusunda uyulması gereken belli etik ilkeleri benimsemeyi; hem tüketicilerine hem de çalışanlarına  daha fazla iyilik’ yapmayı, ‘daha iyi duygular’ yaratmayı da amaçları arasında saymaya başlamışlardır. “Biz bu konulara sizler kadar değer ve önem veriyoruz ve de bütün gücümüzle önlem alıyoruz” sözü şirketleri yönlendiren stratejik uygulamalar olarak görülmek isteniyor. Tüm paydaşları kapsayan birey, toplum ve şirketlerin karşılıklı hak ve sorumluluklarını yerine getirmeye çalışarak onları mutlu edebilen şirketlerin daha fazla kazandıkları araştırma sonuçlarıyla da desteklenmektedir. Örneğin; İngiliz süpermarket zinciri Tesco’nun rekabeti önlemeye çalışan davranışları, Tescopoly olarak adlandırılmaya başlanmış ve şirket hemen gerekli sorumlulukları üstlenerek, oluşan imajını değiştirmeye yönelik projelere imza atmaya başlamıştır. Benzer biçimde, dünyanın en büyük süpermarket zinciri Wal-Mart, çalışanların çalışma koşullarına yönelik şikayetler ve davalar sonucunda, gerekli düzenlemeleri yapmaya ve topluma duyarlı çalışmaları devreye koymaya başlamıştır. Başta müşteriler, çalışanlar ve hissedarlar olmak üzere tüm paydaşların bakış acıları, duyguları ve algılamaları olumlu yönde farklılaşarak, bu konularla ilgili endişe ve tereddütleri azaltabiliyor. 
Tüm bu çalışmalar ‘gönüllülük’ esasına dayanmaktadır ve bunları iki ana eksen üzerinde değerlendirip, incelemek olanaklıdır. Bunlardan bir tanesi, üretim ile ilgili olarak üretimin yapıldığı yer ve üretim sürecindeki uygulamalardır. Diğeri ise, kısmen de olsa bunun dışında kalan, tüketim ile ilgili alıcı-satıcı ilişkilerindeki uygulamalardır. Bu uygulamalara ülkemizden örnekler vererek açıklamalar yapmak, konunun açıklanmasına yardımcı  olacak katkılar yaratabilecektir.

ÜRETİM YERİ VE SÜRECİNDEKİ UYGULAMALAR

Tüketiciler artık, satın alıp kullanacakları ürünlerin yapım koşulları hakkında, doğru ve net bilgilere çok daha çabuk ulaşabilmektedir. AB ülkelerinde ve A.B.D.’de, bu bilgileri, satın alma ve marka tercihi konusunda kullanan tüketici sayısı hızla artıyor. Nike ve Gap gibi birçok markanın, insanları Güney Asya’da çok kötü koşullarda çalıştırdıkları ve çocukları bile acımasızca sömürmeyi sürdürdükleri, dünya tüketicileri tarafından artık daha açık ve net biçimde biliniyor. Bireyci ve ticari kaygıların acımasızca öne çıkartıldığı bir küreselleşmenin sonucu olan yoksulluğun ve çaresizliğin neden olduğu bu durum, artık saklanamıyor ve şirketlerin bu konudaki gönüllü davranışları değerlendirilmeye çalışılıyor.
Üretim yeri/süreci ve çalışma koşulları ile ilgili duyarlı olunan konular; çalışanlara yönelik ödemeler, sağlık, baskı, taciz, gibi davranışlar ve uygulamalar olarak sayılabilir. Bu konuda küresel ölçekte ilk gönüllü çağrıyı Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan, 31 Ocak 1999 yılında Davos’ta yapılan Dünya Ekonomi Forumu’nda yaptı. Gönüllü, kurumsal sivil vatandaşlık inisiyatifi olarak adlandırılabilecek ve küreselleşmenin ortaya çıkarttığı zorlukları ortadan kaldırmaya yönelik, sürdürülebilir ve kapsayıcı bir küresel ekonomiyi amaçlayan Küresel İşbirliği Sözleşmesi (Global Compact), etik kurallarla iş yaşamının denetimine olanak sağlayan ilkeler getiriyor (Zengin, 2006) Kurumsal Yönetimin Anayasası olarak da adlandırılabilecek olan bu ilkeler, işbirliği ve katılımı gerektiren bir yapıdadır ve birlikte yaşama ve dünyaya değer katma açısından işbirliği öneren küresel ölçekli bir sözleşme önerisi olarak oluşturulmuştur. Sözleşmeye imza atan şirketler, Birleşmiş Milletler’in benimsediği on ayrı başlıkta belirlenen ilkelere uyacaklarını taahhüt ederler. Gönüllü girişimin on ilkesi şunlardır (www.unglobalcompact.org):

İnsan Hakları

İlke 1: İşletmeler uluslararası alanda ilan edilen insan haklarına saygı duymalı ve korumalı.
İlke 2: Kendi kuruluşlarının insan hakları ihlaline karışmamasını sağlamalı.

            Çalışma Standartları

İlke 3: İşletmeler, örgütlenme özgürlüğü ve toplu sözleşme haklarının etkin bir biçimde kullanımını tanımalı.
İlke 4: Her türlü zorlayıcı ve baskı altında çalıştırma  biçimleri engellenmeli.
            İlke 5: Çocuk işçiliğinin etkin biçimde önünün alınmalı.
            İlke 6: İşe alma ve meslekle bağlantılı ayrımcılık önlenmeli.

           Çevre

İlke 7: İşletmeler, çevre ile ilgili konularda, zarar ortaya çıkmadan önleyici yaklaşımları desteklemeli.
İlke 8: Daha etkin bir çevre sorumluluğunun yaygınlaştırılması için girişimlerde bulunulmalı.
İlke 9: Çevre dostu teknolojilerin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması desteklenmeli.

          Yolsuzlukla Mücadele

İlke 10: İşletmeler, rüşvet, garp ve şantaj da dahil olmak üzere, her türlü yolsuzluğa karşı mücadele etmeli.

         Bu ilkelere uymaya, gönüllü olarak imza atan şirket sayısı 90 ülkeden 3000 civarındadır (Bendell, 2005). Ülkemizde, 2002 yılında iş hayatının gündeme getirilen sözleşmeye ellinin üzerinde Türk şirketi imza attı. Bunların içinde, bizzat Kofi Annan’ın katılarak onurlandırdığı tören ile imza koyan Koç Grubu gibi büyük ölçekli şirketlerin yanında, küçük ve orta ölçekli şirketler de bulunmakta. Örneğin, tüm taşımacılık hizmetlerini veren PTS Worldwide Express, Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan ve evrensel değerleri içeren bu sözleşmeyi bu yıl içerisinde imzalayan alanındaki ilk Türk markası ve şirketidir. Sözleşmeye imza atan şirketler, her yıl sonunda, ne yaptıklarını somut olarak gösteren açıklamaları yıl sonu raporlarında ya da benzer biçimdeki yayınlarda, kamuoyuna açıklımak zorundadırlar.
        Benzer biçimde,  sektör ve işletme bazındaki gönüllü çalışmalar da yaygınlaşmaktadır. Ülkemizi de yakından ilgilendiren uygulamalardan biri, çok sayıda uluslararası giyim firmasının ve birliklerinin üye olduğu World Responsible Apparel Production (WRAP) tarafından verilen “Sosyal Uygunluk Sertifikası”dır (www.wrapapparel.org.). Bu uygulama, ABD ve AB pazarlarındaki giyim firmaları için özellikle güney yarım küredeki üçüncü dünya ülkeleri tarafından fason üretim yapan firmalardaki olumsuz etkileri düzeltmek için ortaya konan bir oluşumdur. WRAP, üretilen ürünlerin; yasalara, insani ve etik koşullara uygun üretildiğini, bağımsız biçimde gözetmeyi, denetlemeyi ve sertifikalandırmayı amaçlayan ve kar amacı olmayan bir kuruluştur. WRAP, denetimini bağımsız bir uluslararası denetim firması aracılığıyla gerçekleştirmektedir. Ülkemizde, Marks&Spencer, Nike, Schlafgut, Zara gibi dünyaca ünlü markalara fason üretim yapan Yeşim Tekstil, bu sertifikayı almaya hak kazanan şirketlerimizdendir.
Bu sertifikayı alabilmek için yapılan denetlemede incelenen on iki  ilke şunlardır:

  • Yasalara ve çalışma yeri düzenlemelerine uyum,
  • Zorla çalıştırmanın önlenmesi,
  • Çocuk işçi çalıştırmanın önlenmesi,
  • Taciz ve kötü muameleye ret,
  • Ücretler ve ödemeler,
  • Çalışma saatleri,
  • Ayrımcılığın önlenmesi,
  • İş sağlığı ve güvenliği,
  • Birlik oluşturma ve toplu pazarlık özgürlüğü,
  • Çevre,
  • Gümrük mevzuatına uyum,
  • Güvenlik. 
Bu ilkeler, hemen dikkat çekecek kadar açık biçimde, Küresel İş Sözleşmesi ilkeleri ile büyük bir benzerlik göstermektedir. Bu tür oluşumların hemen hemen hepsinde konular, sorunlar ve bunları düzeltmeye yardımcı olmaya çalışan uygulamalar ortak noktalara sahiptir ve birbirlerine oldukça benzemektedir.
        Çalışanların insan haklarını korumayı ve geliştirmeyi teşvik eden; denetimlerini bağımsızlık ilkesine uygun biçimde yapan  ancak açıklanan denetim sonuçlarının bağlayıcı olmadığı WRAP adlı kuruluşa katılım, şirketlerin gönüllük esasına göre gerçekleşmektedir. Dünyada yirmiye yakın giyim ve tekstil birliği bu kuruluşa üyedir ve çalışmaları desteklemektedirler. Binin üzerinde fabrikanın katılımda bulunduğu ve beşyüzü aşan fabrikanın ise denetim sonucu sertifikaya hak kazandığı bu uygulama, gün geçtikçe yaygınlaşmaktadır.
  
            ALICI-SATICI  İLİŞKİLERİNE DAYALI UYGULAMALAR

Tüketicinin doğrudan tercihine ve katkısına yönelik üretim sonrasındaki aşamalarda yapılabilecek çalışmalardan en önemlisi Adil Ticaret (Fairtrade) olarak bilinen uluslararası organizasyon ve bunun etkinlikleridir. Üçüncü dünya ülkelerinde emek sömürüsüne karşı bazı standartlar belirleyen ve sertifika veren bu kuruluşun FLO logolu ürünlerinin, günümüz tüketicileri tarafından tercih edilerek sorunlara doğrudan katkısı söz konusu olabilmektedir. Buradaki durum, temenni ya da yasal düzenlemelerin ötesinde,  tüketicilerin doğrudan ürün satın alma ile verdikleri katkı ve destekle ilgilidir. Çocuk, yaşlı ve kadın işçilerin haklarının verilmesine ve durumlarının iyileştirilmesine yönelik bu eylem gittikçe yaygınlaşmaktadır. Elli ülkenin bir milyondan fazla üreticisi, işçisi ve onların aileleri FLO etiketinin sağladığı yararlardan faydalanabiliyor. Ulusal inisiyatiflerin de devreye girmesiyle FLO etiketi ile satılan ürünler aracılığıyla mağdur durumda olan ve gerektiği kadar yarar elde edemeyen üreticiler ve çalışanların durumlarının gelişmesine katkı sağlanacağı garanti edilmektedir. Daha somut olarak ifade etmek gerekirse, Guatemala, Meksika, Tanzanya gibi kahve üreten yoksul ülkelerdeki tarım işçisinin aç kalmadığını, çocuklarının yiyecek ve giysi bulabildiğini,  okula gidebildiğini, sağlık hizmetlerinden yararlandığını hissetmek ve bilmek anlamına gelmektedir. Pakistan’ın Sialkot ve Hindistan’ın Callandar kentlerinin başını çektiği futbol topu üretiminde, çocuk işçi kullanımın önlenmesi adil ticaret etiketli olan topları satın alarak tüketiciler koşulların iyileştirilmesine doğrudan katkılarda bulunabilmektedirler. Ayrıca, tüketicilerin bu eğilimi ve tercihi, perakendeci satış yerlerinin de benzer davranışları göstermesini ve çocuk işçi çalıştıran firmaların ürünlerinin satılmamasını sağlayabilmektedir.
         Fairtrade logolu ürün fikri 1986’da Hollandalı işadamı Max Havelear tarafından yaratılmış ve ilk marka ise Meksika’da üretilen kahvelere verilmiştir (Williams, 2005). Amaç, tüketiciye “Bu kahve ‘adil ticaretin’ ürünüdür. Meksikalı köylüler haklarını aldılar, kahvesini gönül rahatlığıyla içebilirsiniz” demekti. Kahve, çay, şeker, kakao bu ürünlerden en yaygın olanlar. Sertifikalandırma, “adil ticaret” prensiplerine uyulduğunun garantisini veriyor. Bağımsız denetçiler, Kuzey’de tüketicinin ödediği paranın, hakkaniyetle Güney’deki üreticinin cebine girmesini sağlıyor. Kahve için verilen Güney Amerika örnekleri ve aynı adil uygulama, Asya’daki çay, şeker üreticileri, Afrika’daki kakao ve kahve üreticilerini de kapsıyor (Rodrique 2004) . Son yirmi yılda gelişmiş ülkelerin duyarlı tüketicileri sayesinde FLO organizasyonu büyük gelişme göstermiştir. Yirmi beş Avrupa ülkesini kapsayan ve “Fair Trade in Europe 2005” adlı kitapta verilen araştırma sonuçlarına göre (www.fairtrade.net ):

·   2000 yılından bu yana FLO etiketli satışlar her yıl %20 artmakta ve yıllık satış 660 milyon Euro’yu geçmektedir.
·      Dünyada, Adil Ticaret en hızlı büyüyen pazarlardan biri haline gelmiştir.
·      Bu etiketi taşıyan ürünler Avrupa’da 55 bin süper markette bulunabilmektedir.
·      İsviçre’de satılan şekerin %9’u, çiçeklerin %28’i, muzun %47’si FLO etiketlidir.
·      Çok daha geniş bir pazara sahip İngiltere’de ise çayın %5’i, muzun %5,5’u ve çekilmiş kahvenin %20’si bu etiketi taşıyan ürünlerden oluşmaktadır.
      Bu uluslararası kuruluşun dışında, şirketler de hem uluslararası boyutta hem de yerel boyutta kurumsal sosyal bilinç ve insani değerleri kapsayan “kurumsal vatandaşlık  uygulamaları gerçekleştirmektedir. Starbuck’s kafeler, müşterilerine Ethos markalı su satarak, temiz suyu olmayan geri kalmış ülkelerdeki çocukların bu olanağa kavuşması için çalışan kuruluşlara satış üzerinden belli bir miktar aktararak katkıda bulunmaktadır. Ayrıca kahve alımlarında daha fazla ödemeye razı olan şirketin tek şartı, farkın doğrudan üreticilerin ve çalışanların cebine girmesidir. Kahve üretilen fakir kırsal kesimlerde çocuk aşıları, okul yapımı gibi sosyal kampanyalar yürütülüyor. Güven ve sosyal duyarlılık anlayışıyla hareket ettiğini belirten şirket, geleneksel olarak kahvenin sosyal bağ kurma özelliğini bu boyuta da taşımaya özen göstermektedir. Starbuck’s şirketi, kar amacı gütmeyen bir sivil toplum kuruluşu ile birlikte tropikal ormanları koruyan ve gölgede yetişen kahve üreticilerini de destekleyen ortak bir çalışma türünü de gerçekleştirmiştir(Kotler ve Lee, 2006). Öte yandan, yerel bir şirket olan Belçika’da Koffie Kan adlı bir kahve kavurma işletmesi, küçük tarlalara çekirdek kahve için piyasa üstünde bir fiyat ödüyor ve tarlada çalışanlara düzenli ücret verilmesini sağlıyor. Bu örneklerde de olduğu gibi, “Etik Tedarikçi” kavramı eş zamanlı olarak gelişiyor.

SONUÇ

Üzerinde açıklama yapılmaya çalışılan gelişmeler ve uygulamalar sonucunda şirketlerin kazanımları da sadece erdemli ve adil olma, etik davranma, takdir edilme ve kurumsal itibar kazanma gibi maddi olmayan değerlerin soyut boyutunda kalmamaktadır. Bunlar, şirketlerin görünmeyen yeni değerlerini oluşturmakta ve çok önemli pazarlama uygulamalarına destek vermektedirler. En önemli paydaş konumundaki tüketicilerin satın alma gücünün yarattığı baskının yanında, diğer paydaşların da etkileri söz konusudur. Olumlu sayılabilecek tüm etkileri şu başlıklar altında toplamak olanaklıdır:

·       Tüketicilerin bu tür şirketlerin ürünlerini satın alma şansı yükseliyor,
·   Tüketicilerin oluşturmuş olduğu gerçek ve sanal ortamlardaki gruplar arasında yapılan olumsuz iletişimler yerini, olumluya bırakıyor.
·       Tüketiciler bu tür şirketlere sadık kalıyor,
·       Bu konuda duyarlı olmayan şirketlere göre marka değerleri artış gösteriyor,
·       Küresel ticarette şirketlerin güvenilirliği, prestiji ve itibarları artıyor,
·      Bilinçli ve kurumsal yatırımcılar topluma olumlu katkılarda bulunan şirketleri tercih  ettiği için bu tür şirketlerin  hisse senetlerinin değeri artıyor,
·       Bu şirketlerde daha nitelikli insanlar çalışma  arzusu gösteriyor,
·       İş ortaklarını rahatlıkla bulabiliyorlar.

Günümüz tüketicisi, ürünün hangi aşamada, nerede, nasıl ve kimler tarafından üretildiğini bilmek istiyor. Ayrıca, pasif konumdan çıkarak daha çok sorumluluk almayı, bu konudaki kararlarını artık kendileri vermeyi ve şirketlerden de daha fazla  saydam olmalarını  istiyorlar. Günümüz tüketicisi “Dünya Vatandaşı” olmanın gereklerini satın alma ya da almama tercihleri ile hayata geçirmeyi arzulamaktadır. Şirketler bu arzulara ve tercihlere yanıt verebilmek için, hammadde aldıkları tedarikçilerin seçiminde de etik kurallara ve adil ticaret ölçütlerine uyduklarını uygun iletişim çalışmaları ile tüketicilerine duyurmaktadırlar. Sadece müşteri odaklı ya da tüketicinin ürün bazındaki beklentilerini, ihtiyaçlarını tatmin etmenin  ötesinde, şirketin sorumlukları ve markasını marka yapan arka plandaki sosyal özelliklere de önem verilmeye başlanmıştır. Özellikle farklı kültürlere duyarlı küreselleşme (cultural sensitive globalization) sürecine hem neden olan, hem de bu sürecin sonucu olarak ortaya çıkan uluslararası bağımlılık (interdependency),  Türkiye için de AB’ye uyum süreci insan, toplum ve çevre odaklı değişimin gelişmesini hızlandırmıştır (Navaie, 2005). Bu durum ve gelişmeler, pazarlama yönetiminin hem ulusal hem de uluslararası alanlarda bu konulara özen göstermesini ve bunları stratejik uygulama alanları olarak görmesini zorunlu hale getirmektedir. Bu konudaki kuralların yerleşmesine yönelik çalışmaların başarısı, adil olmaya ve dürüst davranmaya yönelik yapısal değişime istekli olunduğunun samimi biçimde sergilenmesini açıkça gerekli kılmaktadır. Daha iyi bir dünya kurmak, yaşanması daha güzel olan bir dünya yaratabilmek için hem tüketiciler, hem de üreticiler başta olmak üzere diğer paydaşlar da “dünya vatandaşlığı” şemsiyesi altında bir araya gelebilecek gibi görünmektedir

YARARLANILAN KAYNAKLAR

Bendel, Jem, “In Whose Name? The Accountability of Corparate Social Responsibility”,
Development in Practice, Vol:15,s.3&4, Haziran 2005.

Birleşmiş Milletler, “Küresel Sorumluluk Anlaşması”, Kurumsal Sosyal Sorumluluk, Arge Danışmanlık Yayınları, Derleyen: Yılmaz Argüden, No: 03, 2002.

Kotler Philip ve Nancy Lee, Kurumsal Sosyal Sorumluluk,(çev:Sibel Kaçamak),Kapital Medya ,Istanbul,2006.

Navaie, Nil S. (2005), “Sosyal faydada pazarlamanın yeri”, http://www.marketingturkiye.com/BilgiBankasi/Detay/?no=331

Williams Dikenli Ayşegül, “Sömürüye Karşı Adil Ticaret”, Radikal İki ,9 Ocak 2005.

Zengin,Yusuf,  “Küresel İş Anayasası’nın Önemi”, Radikal 17 Nisan 2006.

Yazının yayımlandığı yer: Pazarlama Dünyası, Eylül/Ekim 2006, 20, 5, s.20-24.