Geçtiğimiz pazar Radikal 2'de yayınlanan yazımı buradan da sizlerle paylaşmak istedim. Herkese keyifli okumalar diliyorum.
Amerika Birleşik Devletleri’nde Public Broadcasting Service (PBS), Affluenza (1996) ve Affluenza’dan Kaçış (1998) isimli bir saatlik TV programlarıyla materyalizm ve aşırı tüketimin yüksek çevresel ve sosyal maliyetlerini, başta eş dost gibi etkilerle nasıl yaygınlaştığını ve bir salgın hastalık gibi yayılarak toplumu nasıl etkilediğini gözler önüne sermeye çalıştı. Çok çarpıcı, ilgi çekici ve tartışma yaratıcı içeriğinden sonra, bu konudaki kitaplar ve konu üzerindeki fikir yazıları birbirini izledi. Affluenza alışveriş bağımlılığı, sahip olduğumuz şeylerin tüketilmemiş olmasına rağmen benzerlerinin yeniden satın alınması, israfa dayalı ve aşırı tüketim gibi konuları içeren bir kavrama işaret ediyor. Aslında kelime, affluence (refah) ve influenza (grip) kelimelerinin birleşiminden türetilmiş bir kavram. Kaynaklar, bu terimi “zenginlik veya refah gribi” olarak tanımlıyor. Bu kavram aracılığıyla para ve maddiyata dayalı, sağlıklı olmayan ilişkiler gözler önüne serilmeye çalışılıyor. Materyalist bir yaşam biçimi içinde yaşayan bireylerin, maddi refahlarının sürekli artması sonucu yaşadıkları tatminsizlik, suçluluk, amaçsızlık ve çeşitli takıntılar gibi psikolojik durumlarla karşı karşıya gelmeleri bu kavramla açıklanmaya çalışılıyor.
Küresel kriz ve sonrası
Ekonomik büyüme sonucu oluşan maddi refah ile birlikte finansal ve ekonomik başarılara bağımlılık, diğer bir deyişle hep daha fazlayı talep etme ile mutluluk arasındaki ters ilişki, küresel kriz döneminde çok daha net ve açık biçimde gözler önüne serildi. Yaşam biçimlerindeki “nicelik-nitelik” sorununa eğilmesi, bunun yanı sıra anlamlı tüketim alternatiflerinin olabileceğine işaret etmesi ve böylece daha az tüketim yapılan bir yaşam biçiminin de var olabileceğini göstermesi açısından affluenza, dikkatle izlenmesi gereken toplumsal bir bilinçlenme türü haline geldi. Dolayısıyla, daha az tüketim yapılan bir yaşam biçimi sonucunda belirtilen birçok psikolojik durumun önlenebileceği ortaya koyması ve “daha fazlaya sahip olmak yerine daha fazla olabilmek” düşüncesini teşvik etmesiyle toplumsal fayda da sağlayan bir yaklaşım olarak dikkat çekiyor. “Alışveriş hastalığı”, “tüketim ve satın alma takıntısı ya da saplantısı” kavramları da, affluenza’ya paralel gelişen konular içeriyor. “Daha fazlaya sahip oldukça daha az tatmin oluyoruz” ifadesiyle karşılığını bulan bir tür sosyal ve psikolojik salgın hastalık olarak adlandırılan affluenza, sonuçta bir yaşam biçimi. Aslında bu kavramın salgın bir hastalık olup olmadığı konusunda net bulgular olmamasına karşın, “sade yaşam”, “gönüllü sadelik” gibi konulara dikkat çekmede çok başarılı bir düşünce ve yorum biçimi.
Aşırı tüketim salgınının yanı sıra sosyal statü ve fiziksel görünümü büyük ölçüde önemsemeyi, paraya esir olmayı anlatmaya çalışan bu kavramın, başta ebeveynlerden olmak üzere farklı grupların etkileri sonucunda çocuklara doğru geçtiği ve salgın bir hastalık olup olmadığı konularındaki yorumların çok fazla bilimsel dayanağı olmadığı dile getiriliyor. Ancak bu durumun ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal faktörlerden etkilendiği ve bunların sonucunda ortaya çıkan hem bireysel, hem sosyal gruplarla ilişkili hem de sosyal sınıf nitelikli bir olgu olduğu konusunda hiç şüphe yok. Son yıllarda yaşadığımız açgözlü ve benmerkezci bir sürecin sonucu oluşan küresel krizin etkisi, tüketicilerin davranışlarında ve değerlerinde oluşan değişmeler yaratması bunun güzel bir örneğini oluşturur. Kriz, herkesin düşüncelerinde ve davranışlarında farklılıklar yaratıyor ve etkileri uzun bir süre bizimle birlikte olacak gibi görünüyor. Yeni Tüketici denilen olguda , “tasarruf”, “sadelik”, “kendilik”, “etik”, “başkalarına duyarlı olma”, “adil ve etik ticaret” ile “insanlara ve çevreye özen gösterme” gibi değerler önplana çıkıyor. Büyük ve aşırı harcama yapanlara, aşırı yakıt tüketen araçların sahiplerine, istihdam yaratıp insanlara iş olanağı yaratmayan kuruluşlara, çevreyi poşetlerle, torbalarla, gereksiz ambalajlarla tüketenlere hoşgörü ile bakılmıyor artık. Ürünlerin kaliteli olmalarının yanında nasıl ve hangi koşullarda üretildiği (çocuk işçiler, sigortasız ve kötü çalışma koşulları, çevreyi kirletme gibi) aranan nitelikler olmaya başladı. “Sürdürülebilir yaşam biçimleri” hızlı ve etkili biçimde yaşamda yerini almaya başladı. Nano teknoloji sayesinde yıkama ihtiyacı azaltan giysiler, “düşük çevresel etkili yaşam” biçimleri, bu eğilime tipik örnekleri oluşturuyor.
Tüketim uçurumu ve bolluk
Sonuç olarak, bu hareketin ülkemizde de belirli bir düzeyde dikkat çekmesi ve izleyicilerinin bulunması çok normal. Ancak henüz tüketimle yeni yeni tanışmaya başlayan ülkemizdeki sosyal sınıfların, bu konudaki doygunlukları ve duyarlılıklarının çok fazla olmadığını da rahatlıkla görebiliyoruz. Toplumun en alttaki ve kırsal kesimindeki yüzde 20’lik bölümünün “tüketim haklarını kullanma” şansları ve olanaklarının dahi olmadığını ve büyük bir “tüketim uçurumunun” varlığını düşünürsek, affluenza anlayışı ve hareketinin en azından bu grup için geçerli olmayacağını söyleyebiliriz. Sınıf atlayan ve yeni bir tüketim dünyasını yaşamaya başlayanlar için bolluk ve maddi göstergeler önemli. Bolluk toplumunda reklamlar bir taraftan, AVM’ler ve kredi kartları gibi kolaylaştırıcı unsurlar diğer taraftan etkilerini artırırken, tüketicilerin bu sarmaldan kurtulmaları oldukça güç görünüyor. Sınıflı toplumda ve azgın kapitalizmde bu tüketim kurbanlarını yaratmak oldukça kolay. Sınıflar arasındaki uçurumu azaltma eğilimine sahip, bilinçlenip etkinleşen ve güçlenen demokratik bir tüketicinin var olduğu toplumlarda, “tüketimin yönetilmesi”ni başarabilen kitleler için bu sarmaldan kurulmak çok daha kolay görünüyor.
Yazının yayınlandığı yer: "Nereye kadar nesnelere esirlik", Radikal 2, 16.05.2010,
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder